Zülal Kalkandelen / Müzik Yazıları

Archive for the ‘Bryan Ferry’ Category

>Vitrindeki Albümler 46:

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 28 Kasım 2010

BRYAN FERRY-Olympia (Virgin Records)

Art rock’ın efsane grubu Roxy Music’in vokalisti Bryan Ferry, uzun yıllardır sürdürdüğü solo çalışmalarına bir yenisini ekledi.

Ancak albüme katkıda bulunan isimler açıklanır açıklanmaz hemen bir tartışma başladı: Buna bir solo Ferry albümü mü demeli, yoksa Roxy Music albümü mü?

1994 tarihli “Mamouna”dan bu yana ilk kez Roxy Music’in dört üyesi bu albümde buluştu. Phil Manzanera, Andy Mackay, Brian Eno ve Bryan Ferry bir araya gelirse Roxy Music olmaz mı?

Olabilir de; ancak bunu belirlemek için o isimlerin albüme ne oranda katkı yaptığına bakılır.

Bir kere, albümde bir tek “Song to the Siren” cover’ında bu dört isim birlikte yer almış; başka hiçbir şarkıda bu birliktelik gerçekleşmemiş.

Ayrıca, Ferry dışında diğerleri bu albüme “Mamouna”daki kadar katkıda bulunmamış.

Ve en önemlisi Roxy Music albümleri, her zaman Ferry’nin solo albümlerine göre daha deneyseldir…

Sonuçta “Olympia neden Roxy Music albümü olarak çıkmadı?” sorusu bana göre mantıklı değil.

Olympia“da Ferry ile çalışanlar arasında başka ünlü isimler de var. En dikkat çekenleri, Jonny Greenwood (Radiohead), Mani (The Stone Roses), Flea (Red Hot Chili Peppers), Marcus Miller, David Gilmour, Scissor Sisters, Groove Armada, Nile Rodgers

Kapağa top model Kate Moss’u yerleştirip, bunca önemli müzisyenin desteğini alan Ferry, işi şansa bırakmamış gerçekten. Bazen 70’lerin disko esintilerini synth’lerle birleştirmiş, bazen de piyano ve gitar soloların yarattığı melankoliye sürüklenmiş.

Bryan Ferry’nin Groove Armada ile işbirliği yaptığı “Shameless“ın bu albümde daha yavaş ritimli bir versiyonu yer alıyor. Aynı parça Groove Armada’nın son albümünde farklı bir kayıtla yer almıştı. Bana sorarsanız, dans müziğiyle Ferry’nin sesinin romantik kırılganlığını birleştiren o versiyon, daha ilginç ve güzeldi.

Bir de belirtmeden duramayacağım; bırakın “Song to the Siren”i This Mortal Coil söylesin… Ferry’ninki iyi olmadığından değil; This Mortal Coil’in olağaüstü güzellikteki cover’ının üzerine daha iyisinin yapılabileceğini düşünmediğimden söylüyorum bunu…

“Olympia”dan yayımlanan ilk single “You Can Dance” oldu.Video, Ferry’nin müzikte mükemmelliğin yanı sıra görselliğe de önem veren görkemli tarzını bir kez daha gözler önüne seriyor.

“Reason or Rhyme”:
http://www.youclubvideo.com/req/swf/player.swf
Bryan Ferry – Reason Or Rhyme found on Pop

Written by zülalk

28 Kasım 2010 at 21:14

>Daha rock’n roll bir Groove Armada

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 17 Haziran 2010

Dans müziğinin başarılı gruplarından Groove Armada, 19 Haziran’da Efes Pilsen One Love Festival’ın ana grubu. İngiliz ikili, 20007’de Radar Live’da unutulmaz bir konser vermişti. Bu kez yeni albümleri “Black Light”ın turnesi kapsamında geliyorlar.

“Black Light”, benim en çok beğendiğim Groove Armada albümü oldu. Gruptan Andy Cato’yu telefonla Paris’te yakalayıp hoş bir sohbet yaptığımda, albümün ana esin kaynaklarından birisinin David Bowie’nin Berlin dönemi, hele de “Low” albümü olduğunu öğrenince bunun nedenini daha iyi anladım. Çünkü bir Bowie hayranı olarak “Low” benim için çok ayrı bir değere sahip.

“Black Light, bugüne kadar yaptığımız en iyi albüm” diyorsunuz. Bence de öyle ama nedenini sizden duymak isterim.

Eski albümlerimizden çok daha fazla rock’n roll, daha şarkı bazlı bir albüm. Sahnede bu şarkıların yarattığı atmosferden gerçekten çok memnunuz. Elektronika ile rock’n roll’un birleşimini çok güzel yansıtıyor. Canlı çaldığımızda albümün ruhunu sahneye tam olarak taşımayı isteriz. Yeni şarkıları bu konuda hiçbir endişe duymadan çalabiliyoruz.

Vokalist olarak dört müzisyenle çalıştığınız bu albüm, farklı tarzları da buluşturuyor. Bu tercihlerin nedeni neydi?

Aslında farklı tarzları buluşturmakla birlikte, bu albümde eskilere göre daha bütünlüklü bir sound var. Sahnede de albümü kaydettiğimiz insanlarla beraber çalıyoruz. Bu da daha belirgin bir grup soundu yarattı. Vokalistler konusunda ise, geçmişte kaybettiğimiz şeyi bu albümde yeniden yakalamak istedik. Yeni yetenek arayışına girdik ve sonunda SaintSaviour yeni vokalistimiz oldu. Konserlerde bize eşlik ediyor ve muhteşem bir performans çıkarıyor.

Albümü yaparken başlıca esin kaynaklarınızdan birisinin David Bowie olduğunu biliyorum. Peki hangi Bowie diye sorarsam?

Özel olarak Berlin dönemi. Olağanüstü güzellikteki “Low” ve “Heroes” albümleri.

House müzikten koptunuz mu?

Canlı performanslarımız bir süredir o akımdan farklı bir şekilde seyrediyor. DJ setlerimizde çaldığımız house müzik ile albüm turnesindeki performanslarımız iki ayrı şey. Ama istersek o tür müziğe yoğunlaşacağımız ayrı bir albüm de yapabiliriz. Ama şu anda ikisi ayrılmış durumda.

Müziğinizdeki farklı yönelişlerin hayranlarınızın bazılarını uzaklaştırmasından çekindiğiniz oldu mu?

Her şeyin hep aynı şekilde devam etmenizi isteyenler her zaman vardır. Bunlar hayal kırıklığına uğramış olabilir. Ama albüm çıktığından bu yana gelen tepkilere göre, çoğunluk bunun yaptığımız en iyi müzik olduğu konusunda hemfikir.

Berlin döneminden etkilendiğinize göre, 1970’lerin sonu ve 80’lerin başına doğru bir yolculuk yapmışsınız. Eski dönem müziklerinin yeniden popülerleşmesini nasıl karşılıyorsunuz?

Bu çok normal. Eski fikirler yıllar sonra yeniden yorumlanabilir. Son dönemde 90’ların müziğinin yeniden canlanması, DJ’ler açısından da çok eğlenceli. Ben de 90’larda DJ’lik yapıyordum. Şimdi de o günlerden kalma plaklar arasından birisini çekip rahatlıkla çalabilirim. Bu geriye dönüşlerin bizi ilgilendiren bir diğer yönüyse, müziğimizde yarattığı bileşim. Bu albümde de, Gary Numan, Roxy Music gibi 70’lerin sonu, 80’lerin hemen başında müziği etkileyen isimlerin yansıması var.

Benim albümdeki favorim Bryan Ferry’nin söylediği “Shameless”. Nasıl gerçekleşti bu işbirliği?

Avustralya’da bir plajda çalıyorduk. O sırada konser fotoğraflarını çeken bir fotoğrafçıyla tanıştık. Bize Bryan Ferry’nin arkadaşı olduğunu söyledi. Daha sonra bir yemekte Bryan Ferry’le tanıştırdı. Ama ancak dört kez birlikte akşam yemeği yedikten sonra, işbirliği yapabileceğimize dair bir işaret geldi Ferry’den. İlk kez böyle bir çalışma yapacağını söyledi. Bu bizim için büyük bir onur. Böyle bir efsane ile çalışmak müthiş bir şey.

Gruptaki ortağınız Tom, bir keresinde, müzikte pop tavrını sürdürüp hem de kendinizi zorlamayı hedeflediğinizi söylemişti. Bu albümde ikisini de başardığınızı düşünüyor musunuz?

Geçmişte birçok defa Tom’la işimizi nasıl yapacağımız ve insanların yaptıklarımız hakkında ne düşüneceği üzerine çok kafa yorup tartıştık. Ama bu ikisi arasındaki ilişki ne kadar zor olursa olsun, sonunda bir çıkış yolu bulduk. Her zaman belli bir tarzı seçip onu farklı yaştan farklı insanların hoşlanabileceği bir hale getirmeye çalıştık. Kendimizi bu şekilde yeniledik. Ben bu yönümüzle hep gurur duydum. Bu albüm için de zor bir yıl geçirdik, ama geldiğimiz noktadan mutluyum.

Artık büyük bir plak şirketine bağlı değilsiniz. Bunun albüme yansıması nasıl oldu?

Bu kesinlikle her şeyi değiştiriyor. Bir kere single çıkarma fikrine takıntılı olmaktan kurtuluyorsunuz. Bu albümün tek bir parçaymış gibi bütünlüklü bir sounda sahip olma nedeni de bu. Çünkü baştan o şekilde yazdık, kendimizi baskı altında hissetmedik. Yaptığımız her şeyi daha hızlı yaptık, çalışma düzenimizi istediğimiz gibi değiştirdik. Yeniden bu tempoya dönmek çok güzel.

Müzik sektörünün son yıllarda geçirdiği radikal değişimlerden sonra, sizce artık neyin popüler olacağına dinleyiciler karar verebilecek güce sahip mi?

Şu anda internet üzerinde müziği yaymak için çok büyük olanaklar var. Dünyanın her yerinden binlerce şarkıya aynı anda ulaşılabiliyor. Ama şu da var ki, büyük radyo istasyonları daha fazla önem kazanıyor. Çünkü insanlar, bu kadar büyük bir müzik akışı karşısında eleme yapılmasına ihtiyaç duyuyor. Fakat ne yazık ki, birçok ticari kurum hiçbir müzik değeri olmayan şarkıları öne çıkarıyor. Bugün gelinen noktada, ticari radyoları dinleyen insanların sonuçta daha iyi olanı seçeceklerine dair biraz daha fazla inanç duymamız gerekiyor.

Son yıllarda İngiltere’den çok sayıda başarılı indie dance-rock grupları çıkıyor. Bu trend hakkında ne düşünüyorsunuz?

90’larda gitarı olan birinin asla bir DJ miksine elini sürmediği bir dönem vardı. Artık durum farklı. Bazı müzisyenler buna karşı isyan bayrağını çekip dans kulüplerinde ikisini bir araya getirebildi. Biz, çok uzun süre canlı performanslarda house müzik çalmış bir grup olarak, elbette bu tarzın yayılmasından çok memnunuz.

Groove Armada, kendisinden sonra gelenler için esin kaynağı olmuş bir grup. Benim merak ettiğim, siz esinlenmek için yeni gruplarla ilgileniyor musunuz?

Sürekli ilgileniyoruz. 2002’den bu yana Lovebox festivalini düzenlediğimiz için zaten yeni grupları takip ediyoruz. Bu albüme başlamadan önce de Friendly Fires’ı birkaç kez canlı dinledik ve çok beğendik. O dönemde canlı olarak çok fazla kimseyi görmedik ama MGMT’nin ilk albümü gerçekten muhteşemdi.

İstanbul’daki performansınız nasıl olacak? Bu turnede daha yalın bir tarzınız olduğunu duydum.

Evet, öyle denebilir. Yine lazer şovumuz var. Ama elektronik öğelerle canlı vokalin, SaintSaviour’un ön planda olduğu daha farklı bir performans. Eminim seveceksiniz.

Tom’la 90’ların ortalarından beri birlikte çalışıyorsunuz. Bunca yıldır bir tek aynı insanla bu kadar yakın çalışıp hala devam edebilmenin sırrı ne?

Bilmiyorum, herhalde oldukça şanslıyız. Özellikle 10 yılı aşkın bir süredir bu kadar yakın çalıştığımızı düşünecek olursak… 7 yıl önce bir tartışmamız oldu; herkes gibi ciddi şekilde kavga ettik. Ama sonuçta ikimiz de Groove Armada’ya kendimizi bütünüyle vermiş durumdayız. Aradaki ilişkiye sen ya da ben olarak değil, grup kimliğiyle yaklaşıyoruz.

Son olarak, bütün dünyada çok sayıda kişinin ve eleştirmenin beğenisini kazanan bu albüm sizin için neden özel?

Çok sayıda insanın beğenmesi önemli elbette. Bana göre özel bir albüm; çünkü, en çok yapmak istediğim müzikleri bir CD’de toplamak isteseydim, o ancak bu albüm olurdu.

Written by zülalk

17 Haziran 2010 at 07:58

>Yenilerden Seçmeler

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 8 Ağustos 2009

Son aylarda festival sezonundaki konserlere odaklanınca, yeni çıkan müzik ürünlerini biraz ihmal ettim. Bu hafta sıra onlarda…

ROXY MUSIC’İN GÖRSEL TARİHİ

Birkaç yıl önce New York’ta ikinci el müzik CD’leri satan bir dükkanda bulduğum bir albüm beni çok sevindirmişti. Roxy Music’in konser kayıtlarını bir araya getiren o toplama albümü mücevher bulmuş gibi kapıp, hemen kasaya yöneldim.

Benden önce ödeme yapan yaşlı adam, elimdekini görünce, “Genç bir bayan Roxy Music albümü alıyor. Şaşırtıcı!” yorumunu yaptı. Onun şaşırması da beni şaşırtmıştı…

Bir grup olacak, birbirinden farklı türlerde ama mükemmel albümler yapacak; üstelik o albümler deneysellik ile sanatı, esprili bir romantizm ile entelektüel bakış açısını bir araya getirecek ve bir müzik sevdalısı ilgilenmeyecek… Akla aykırı bir durum…

Müzik tarihini en çok etkilemiş gruplardan birisidir Roxy Music. 80’li, 90’lı yıllarda doğanların ne kadarı Roxy Music’i tanıyor bilmiyorum. Ama eğer müzik tarihi ile ilgililerse, grubu bugün de keşfedebilirler.

Yeni yayımlanan “The Thrill of It All: A Visual History 1972-1982” adlı DVD, bunun için iyi bir olanak sunuyor. İki diskten oluşan DVD, grubun hayranları içinse tam bir arşiv malzemesi.

Rock tarihinin en esin verici gruplarından Roxy Music, punk hareketinin yanı sıra, New Wave ve deneysel müziğe de büyük katkılar yaptı.

İngiltere’de bir sanat okulunda seramik dersleri veren Bryan Ferry’nin Phil Manzanera, Brian Eno, Andy Mackay, Eddie Jobson, Paul Thompson ve Graham Simpson ile kurduğu grup, 70’li ve 80’li yıllarda müzikte devrim niteliğinde işler yaptı.

Solist Bryan Ferry’nin karizması, kadınları etkileyen bir faktördü; ama esas olarak Roxy Music’in şarkıları dinleyicilerinin yalnız kulağına değil aklına da hitap ediyor, dans ettirirken düşündürüyordu.

Müziğin yanı sıra, sahne şovlarına ve albüm kapaklarına da ayrı bir tarz getirdiler. Hiçbir zaman modanın takipçisi olmadılar ve hep kendi stillerini yarattılar.

1972-76 yıllarını kapsayan 1.disk, 70’li yıllarda BBC için yapılan çekimlerin yanı sıra, Royal College of Art ve Montreux The Golden Rose Festival konserlerinden daha önce yayımlanmamış canlı performansları içeriyor. 1979-82 dönemini kapsayan 2. diskteyse, konser kayıtlarına ek olarak, yedi şarkının video klibi bulunuyor.

KASABIAN-West Ryder Pauper Lunatic Asylum

Çıktı çıkıyor derken, sonunda Brit rock’ın ünlü grubu Kasabian’ın 3. albümünü elimize aldık. Yeni albümün ismi oldukça ilginç: “West Pauper Lunatic Asylum”, 1800’lerde İngiltere’de bulunan bir akıl hastanesinin adından geliyor.

Albüm hakkında şimdi yazacaklarım, henüz dinlemeyenlerin kafasını biraz karıştırabilir. Çünkü Kasabian, bu albümünde türler arasında ilginç bir karışım yapmış.

İlk şarkı “Underdog”, Brezilyalı futbolcu Kaka’nın rol aldığı Sony reklamının müziği olduğu için çok tanındı. Öne çıkan bas riffleriyle iyi bir giriş olmuş ama buna aldanmamak lazım; albümün tümünü dinleyince bilinçli bir şekilde güçlü bas seslerden kaçınılmış olduğu ortaya çıkıyor.

Birinci şarkının ardından Ray Davies esintili “Where Did All the Love Go?” gelince insan iyice şaşırıyor. Onun arkasından krautrock etkisindeki enstrümantal “Swarfiga” gelince de, ne olduğunu anlıyorsunuz: Kayıt stüdyosunun kapısı, Kasabian üyelerinin sevdiği her tür müziğe açık tutulmuş.

Take Aim” ve “Thick As Thieves” adlı yavaş ritimli iki şarkı, enstrüman kullanımıyla Doğu müziklerini, hem de Tom Meighan’ın vokalleriyle Oasis’i andırıyor.

“FIFA’09” adlı video oyununda kullanılan “Fast Fuse” ve “Vlad the Impaler”, yaydıkları yüksek enerjiyle albümün en dikkat çeken şarkıları.

West Ryder Silver Bullet” adlı şarkıda, Tom Meighan’a vokalde ünlü oyuncu Rosario Dawson eşlik ediyor. Pink Floyd esintili balad “Ladies and Gentlemen”in ardından, John Barry tarzı orkestrasyonla dikkat çeken “Secret Alphabets” geliyor.

Akıl hastanesinin adını alan bir albüm de ancak böyle çoban salatası gibi olur,” diyenler çıkabilir. O karışımın asıl sorumlusu, bana sorarsanız, prodüktör Dan the Automator.

Özellikle Gorillaz ve DJ Shadow ile yaptığı çalışmalarla tanınan, ünlü bir hip-hop ve elektronik müzik prodüktörü kendisi. Kasabian, bu defa onun kontrolünde sıkı bir maceraya atılmış.

Written by zülalk

09 Ağustos 2009 at 10:13

>80’lerin ve 90’ların Müziği

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/24 Kasım 2007

Bu yazımda yeni yayımlanan iki mükemmel albümden söz edeceğim. Hani bazı albümler vardır; elinize alır almaz ön kapağa değil, sabırsızlıkla çevirip arka kapağa bakarsınız. Çünkü asıl merak ettiğiniz içinde yer alan şarkılardır. İşte “All Eighties” ve “All Nineties” adlı iki albüm de bu kategoride.

Albümlerin her ikisi de, 80’li ve 90’lı yıllarda ilk gençliğini yaşayanlar için heyecan verici. Her bir şarkı sizi alıp 10 yıl, 20 yıl öncesine götürüyor. Henüz insanın zaman içinde seyahat etmesini sağlayacak makine icat edilemedi, ama müzik bir anlamda bu işlevi görmüyor mu? Örneğin, ilk aşkınızı yaşadığınız sıralarda çok dinlediğiniz bir şarkıyı bugün yine dinlerken gözlerinizi kapatın bakın neler oluyor…

“All Eighties” ve “All Nineties” albümlerinde yer alan şarkılara değineceğim, fakat önce bir sorum var:1980’leri ve 1990’ları düşündüğünüzde aklınıza ne geliyor? Benim aklıma, ne yazık ki, İngiltere kaynaklı Thatcherizm ile Amerika’da türeyip dünyayı sarsan Reaganizm geliyor. Her ikisinin de uyguladıkları neo-liberal politikalarla geniş halk kesimlerini tam anlamıyla ezip geçtiği, zenginin daha zengin olduğu yıllar… O yıllarda ülkemizde ise, 12 Eylül darbesi sonrasında iş başına gelen Özalizm de aynı politikaları izliyor ve tam bir egemenlik sürdürüyordu. Hani “80 Gençliği” diye bir ifade vardır; bu, o dönemde yetişen sosyal bilinçten yoksun gençlerin durumunu anlatmak için kullanılan biraz acıklı, biraz da alaycı bir ifadedir. Kanımca, o yıllarda siyaset arenasında olup bitenlerin müzik dünyasına yansıması, üzerinde araştırma yapılabilecek ilginç bir konudur.

80’li yıllar, aynı zamanda pop müzik ikonlarının tüm dünya gençliğini adeta çılgına çevirdiği yıllardı. Michael Jackson’ın doruğa ulaşması da yine bu döneme rastlar. Tüm zamanların en çok satan albümü Thriller, 1982 yılında çıktığında büyük olay olmuştu. Artık hayatımızda pop müziğin kraliçesi diye adlandırılan, sansasyonlarıyla meşhur Madonna da vardı. Sonunda büyük oranda apolitik bir nitelik kazanan gençliğin yeni ilahları değişmişti. 60’lı ve 70’li yıllarda Bob Dylan, John Lennon, Joe Strummer, Jimi Hendrix, Bob Marley gibi müzisyenlerin yarattığı büyük devrimden sonra 80’lere gelindiğinde gerçek bir değişim yaşanıyordu. Fakat herşeye karşın bu dönemde, olanca gücüyle esen New Wave fırtınasının sayesinde müzik tarihinin en güzel şarkıları da ortaya çıktı. İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerde hala yalnızca 80’lerden şarkıların çalındığı partilerin düzenlenmesi boşuna değil.

UNUTULMAZ ŞARKILAR BİR ARADA

“All Eigthies” ve “All Nineties”, çoğu kişinin anıları nedeniyle bağlı olduğu şarkıları bir araya getirmenin ötesinde, aynı zamanda bir arşiv belgesi niteliği de taşıyor. Öncelikle, EMI Türkiye’nin Pazarlama Müdürü Arzu Güldiken’in hazırladığı her iki albümdeki şarkı seçimi gerçekten çok başarılı. Toplama albüm yapmak, sanıldığı gibi kolay bir iş değildir. Öncelikle, albümü belli bir plak şirketi adına hazırlıyorsanız, o zaman seçenekleriniz, o şirketin kataloğunda yer alan sanatçı ve gruplarla sınırlı demektir. Ayrıca, müzik tarihini iyi bilmeniz şarttır; iyi bir müzik zevkine sahip olmanız gerekir; şarkıların albümde hangi sıralama ile yer alacağını belirlemek ise ayrı bir uzmanlıktır.

Gelelim şarkılara… Her iki albüm de New Wave’in en başarılı grubu Depeche Mode’dan birer şarkı ile açılıyor! 80’lerde “Never Let Me Down Again”, 90’larda “Enjoy The Silence” var. O yıllarda yaygın olan ev partilerine gidip de Orchestral Manoeuvres In The Dark (OMD) eşliğinde dans etmemiş olan var mı? İki OMD klasiği bu albümlerde yerini almış: “Enola Gay” (All 80s) ve “Sailing On The Seven Seas” (All 90s). İki albümde de yer alan bir diğer ünlü grup Duran Duran: “Do You Believe In Shame?” (All 80s) ve “Come Undone” (All 90s). Bryan Ferry ise, “Slave To Love” (All 80s) ve “I Put A Spell On You” (All 90s) ile o dönemlerin vazgeçilmezlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Ve Yazoo! Kısa süren müzikal kariyerine karşın, birçok liste başı olan şarkısıyla unutulmayanlar arasına giren başarılı ikiliden “Don’t Go” 80’ler albümünde. Yine bu albümde bir şarkı var ki, listede adını gördüğünüzde kalbiniz daha hızlı atabilir: Billy Idol’dan “Eyes Without A Face”! Liste uzun, ben burada ancak bazı seçme şarkıları yazabiliyorum.

Ama kısaca diyeceğim şu ki, bu iki albüm, 80’lerin ve 90’ların melankolik sözlü muhteşem melodilerine özlem duyanlar için bire bir. Bir de, dünyanın neo-liberal politikalarla altüst olduğu dönemde apolitikleştirilmeye çalışılan bir kuşağın odalarına kapanıp neler dinlediğini merak edenler için de ilginç olabilir.

Written by zülalk

25 Kasım 2007 at 18:02

>Üç Derleme Üç Ayrı Dünya

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/14 Temmuz 2007

Her biri müzikseverlere ayrı bir fantastik dünya sunan üç derleme albüm!

JEFF BUCKLEY-SO REAL: SONGS FROM JEFF BUCKLEY

10 yıl önce Mississippi Nehri’nde bir adam boğuldu. Gece vaktiydi, kıyafetleri üzerinde olduğu halde denize girmişti, radyoda Led Zeppelin’in “Whole Lotta Love” adlı şarkısı çalıyordu. Bir süre sonra denizde kayboldu, günlerce aradılar ama izine rastlayamadılar. Bir hafta sonra cesedi bulundu. Ölen kişi, ünlü şarkıcı, besteci ve gitarist Jeff Buckley’di. Henüz 30 yaşındaydı. Görgü tanığının ifadesinden ve otopsiden sonra genç sanatçının tamamen kaza sonucu boğulduğu anlaşıldı. Alkol ya da uyuşturucu almamış, intihar etmemişti…

6 yaşında gitar çalmaya başlamış, 12 yaşında müzisyen olmaya karar vermiş, yıllarca barlarda çalıp söyledikten sonra 1994 yılında yayımladığı “Grace” albümüyle büyük ün kazanmıştı. Hem çok yetenekli bir şarkı yazarı ve gitaristti, hem de ilk dinleyişte insanı çarpan etkileyici bir sesi vardı. Kimi zaman bir blues şarkıcısını, kimi zaman Led Zeppelin’in solisti Robert Plant’i andıran dokunaklı yorumuyla bir döneme damgasını vurdu.

10. ölüm yıldönümünde Jeff Buckley’i anmak için yayımlanan “So Real: Songs From Jeff Buckley” adlı albüm, sanatçının şarkılarından bir derleme sunuyor. Toplam 14 şarkının yer aldığı albümde, Buckley’in “Grace”, “Eternal Life”, “Lover, You Should Come Over”, “Last Goodbye”, “Mojo Pin” gibi kendi şarkılarının yanı sıra, diğer grup ve müzisyenlerin şarkılarını yorumladığı farklı versiyonlar da yer alıyor. Leonard Cohen’in “Hallelulaj”, Edith Piaf’ın “Je N’en Connais Pas La Fin” (I Don’t Know The End Of It) ve The Smiths’in “I Know It’s Over” adlı unutulmaz klasiklerini böylesine muhteşem bir sesten dinlemek gerçek bir zevk.

Albümün bir özelliği de, daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış iki şarkıya (“So Real” ve “I Know It’s Over”) yer vermesi.
David Bowie, ıssız bir adaya yanında götüreceği 10 albüm arasında “Grace” i de saymıştı. Jeff Buckley, yaşadığı kısa dönem içinde yalnızca bir albüm yapabildi ama bar günlerinden kalan canlı kayıtları hala albümler dolduruyor. Şarkılarıyla konuşan genç bir adamı dinlemek isterseniz, bu albümü kaçırmayın.

THE CLASH-THE SINGLES

Punk rock’ın efsanevi grubu The Clash’ın single’larını toplayan yeni bir albüm var elimde. Albüm kitapçığını açıyorum ve okuyorum. “Albümlerini almak için yemekten kısıp para piriktirdiğim ilk grup The Clash’tı” diyor The Beastie Boys’dan Mike D. Müzikle ilgilenen her insanı bu kadar derinden etkileyen bir grup vardır mutlaka. Ama 1970’lerin sonuna doğru çıkış yapan The Clash, o dönemde ilk gençliğini yaşayanların çoğunun hayatını değiştirdi. Öyle ki, kendilerinden sonra gelen müzisyenlerin birçoğu, onları ilk kez sahnede gördükleri an müzisyen olmaya karar verdiklerini açıkladılar. Grup, solist Joe Strummer öncülüğünde, pasif gençliği politik olarak aktif olmaya yönlendiren şarkıları ve aristokrasiye karşı görüşleri ile müzikte devrim yarattı. The Sex Pistols’ın nihilist yaklaşımına karşın, toplumsal ve politik mesajlar veren şarkı sözleri ile oluşturdukları protest tavırla punk akımına yeni bir boyut getirdiler.

The Clash’ın grupla aynı adı taşıyan ilk albümü yayımlandığından bu yana tam 30 yıl geçti ama şarkıları hiç eskimedi. “London Calling”, “Rock The Casbah”, “I Fought The Law”, “Know Your Rights”, “White Riot”, “Should I Stay Or Should I Go” gibi şarkılar hala her yaştan insan tarafından dinleniyor; yeni kurulan gruplar hala onların şarkılarını yorumluyor. Müzik dünyasında böylesine iz bırakan The Clash’ın en sevilen şarkılarını bir araya getiren bu CD, müzik arşivi yapanlar ve grupla henüz yeni tanışanlar için gerçekten çok iyi bir derleme.

14. ULUSLARARASI İSTANBUL CAZ FESTİVALİ ALBÜMÜ

14. Uluslararası İstanbul Caz Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Dünyaca ünlü müzisyenler ardı ardına sahneye çıkarak İstanbul’u dev bir konser mekanına dönüştürüyor. Caz ruhu şehrin her tarafına yayıldı ve bu arada festivalin yeni albümü de piyasaya çıktı. Festival için ülkemize gelen sanatçılardan seçme şarkıların yer aldığı toplama albüm, EMI ile İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın ortak projesi. Norah Jones’dan “Thinking About You”, Bryan Ferry’den “The Times They Are A-Changin’ ”, Wynton Marsalis’den “These Are Those Soulful Days”, Robert Plant and the Strange Sensation’dan “Freedom Fries”, Antony and the Johnsons’dan “Man Is The Baby” adlı şarkıların dikkat çektiği derlemede toplam 14 şarkı bulunuyor. Şarkı seçkisi bakımından alıp dinlemeye değecek güzellikte bir festival anısı…

>Cazlı Yaz Geceleri Başlıyor!

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/30 Haziran 2007

İstanbul’u dinliyor musunuz?

Bugünlerde kentin dört bir yanından çeşit çeşit melodiler duyuluyor. Ama kulaklarınız sanki bir eksiklik mi hissediyor? Haklısınız; caz olmazsa olmaz. Neyse ki, Uluslararası İstanbul Caz Festivali 3 Temmuz’da başlıyor. Üstelik festival, bu yıl özellikle iki konuda takdiri hak ediyor. Öncelikle program gerçekten başarılı. Çünkü farklı müzik tarzlarını bir araya getiren renkli bir müzik yelpazesi açıyor önümüze.

Festivali düzenleyen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın bu yılki diğer hoş sürprizi ise, yeni konser mekanları belirlemesi. Her yıl kullanılan mekanların yanı sıra, bu yıl İstanbul Modern Heykel Bahçesi, Arkeoloji Müzesi Bahçesi ve yıllar önce yanan Şan Tiyatrosu’nun kalıntıları da konserlere ev sahipliği yapacak. Ayrıca, Avrupalı ve Türk sanatçıları buluşturacak olan “jam session”ların yapılacağı Fransız Kültür Merkezi’nin avlusu, bir tür caz kulübüne dönüşecek.

BU KONSERLERE DİKKAT

Şimdiye kadar programı incelemek için fırsat bulamayanlara küçük bir favori listesi vermekte yarar var. “Mutlaka görülmeli” anlamında altı kırmızı kalemle çizilen ilk isim Robert Plant! Evet o; rock tarihinin en büyük topluluğu Led Zeppelin’in karizmatik vokalisti. Led Zeppelin’in dağılmasından sonra solo çalışmalarını sürdüren Plant, 4 Temmuz’da bu defa grubu The Strange Sensation ile Açıkhava Sahnesi’ni inletecek. “Whole Lotta Love”ı Robert Plant’ten canlı dinlemenin yaratacağı zevki düşünsenize!

Listede adı görülünce heyecan dalgasına yol açan ikinci isim Bryan Ferry. Yedi yıl önce Açıkhava Sahnesi’ndeki konserde herkesi büyülemiş ve artık çok da özletmişti kendisini. Rock müziğin bu zarif beyefendisi, art rock’ın efsanevi grubu Roxy Music’in solisti olduğu yıllarda, çarpıcı şarkı sözlerine eşlik eden buğulu sesi ve karizmasıyla gönüllerde taht kurdu.Uzun süredir solo çalışmalarını sürdüren Ferry’nin bu konserinde son albümünde yorumladığı Bob Dylan şarkılarını da seslendireceğini tahmin ediyorum. “Knockin’ On Heaven’s Door”u söyler mi dersiniz? Yanıtı 5 Temmuz’da alacağız.

Favoriler listemin üçüncü sırasında Antony and the Johnsons var. Avant-garde ve kabare tarzını mükemmel bir şekilde birleştiren grubun solisti Antony Hegarty eşsiz bir sese sahip. Altı yıl önce o sesi ilk duyduğum anı hala hatırlıyorum. Büyülenmiştim. “I Fell In Love With A Dead Boy”u söylüyordu. O günden bu yana yakından izlediğim müzisyenlerden biri oldu Antony. Bir tek bu şarkı değil, seslendirdiği her şey çok dokunaklı. Çünkü o yalnızca şarkı söylemiyor, şarkıları yaşıyor. Kesin olan şu ki, 8 Temmuz’da Şan Tiyatrosu’nun kalıntıları arasında muhteşem bir festival gecesi yaşanacak.


Festivalin bu yıl hemen herkesin merakla beklediği bir konuğu var: Arif Mardin’in prodüktörlüğünü yaptığı ilk albümü “Come Away With Me” ile 6 dalda Grammy kazanan Norah Jones. Henüz daha tanınmadığı dönemde, 2000 yılında caz müzisyeni İlhan Erşahin ve grubu Wax Poetic ile yine İstanbul Caz Festivali’ne katılan sanatçı, aradan geçen yedi yılda büyük yol aldı. İlk adını duyurmaya başladığı sıralarda, ısrarla yalnızca ünlü Hintli müzisyen Ravi Shankar’ın kızı olarak tanınmak istemediğini söylüyordu. Nitekim bunu başardı; bugün artık dünyanın en iyi kadın vokalistlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Hem geçtiğimiz aylarda yayımladığı ikinci albümüyle, hem de bu yıl Cannes Film Festivali’nin açılışında gösterilen “My Blueberry Nights” adlı filmdeki başrolüyle son günlerde adından çok söz ettiriyor. 1 Ağustos’ta Açıkhava Sahnesi’ne giderseniz, caz, country, blues ve folktan karışık tatlar sunan tam bir müzik ziyafetine hazır olun.

17 Temmuz akşamı Sepetçiler Kasrı’nda çok ilginç bir proje gerçekleştirilecek. Sosyal içerikli filmleriyle tanınan ünlü yönetmen Spike Lee’nin filmlerinden özel görüntülerin sergileneceği gecede, usta trompetçi Terence Blanchard ile grubu İstanbul Oda Orkestrası ile birlikte çalacak. Konserin ayrıca dünyaca ünlü üç konuk vokalisti var: Caz şarkıcısı Patti Austin, soul ve R&B’nin yeni seslerinden Bilal ve Zambiya esintili müzikleriyle Hil St. Soul. Gecenin ev sahipliğini ise Spike Lee üstlenecekmiş; hayranlarına duyurulur.

>Baharla Gelen Yeni Albümler

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/24 Mart 2007

Bahar geldi, heyecan başladı! Güneşli havadan dolayı değil; benim heyecanımın asıl sebebi, festivaller döneminin başlaması ve her baharda çıkan yeni albümler. Bu nedenle, bu hafta baharımızı şenlendirecek albümlerden üzerine yıldız koyduklarımı yazmak istedim. Mutlu ve bol müzikli bir bahar dileğiyle…

BRYAN FERRY- DYLANESQUE

Doğrusu, Bryan Ferry ile Bob Dylan isimlerini bir gün aynı albümde göreceğimi düşünmemiştim. Birisi, 1960’larda art-rock akımıyla ortaya çıkan Roxy Music’in solisti, glam rock idolü. Diğeri de, Amerikan folk-blues efsanesi büyük ozan. Fakat yanılmışım. Ve iyi ki de yanılmışım. Bryan Ferry, bir hafta boyunca stüdyoya kapanmış ve en sevdiği Dylan şarkılarını yorumlamış. “Knockin’ On Heaven’s Door”, “All I Really Wanna Do”, “If Not For You”, “Baby Let Me Follow You Down”, “Make You Feel My Love”, “Just Like Tom Thumb’s Blues” gibi ünlü şarkıların yer aldığı albüm, hem Dylan hem de Ferry hayranları için arşivlik malzeme niteliğinde. Bana göre en ilginç yanı da, Bryan Ferry’nin Dylan’ın şarkılarını onun orijinal yorumuna sadık kalmadan kendi tarzına göre yorumlaması.

MOBY- GO-THE VERY BEST OF MOBY

Bugün çağdaş müziğin dahi ismi olarak tanınan Moby, kariyerine başladığı yıllarda bir “Best Of” albüm çıkarabileceğini hayal bile etmediğini itiraf ediyor. Fakat aradan geçen yıllarda öylesine büyük başarılara imza attı ki, bu kaçınılmaz oldu. Geçen yılın sonunda çıkan “Go-The Very Best Of Moby” albümünden sonra şimdi de albümün remiks versiyonu yayımlandı. Remiksleri yapanlar arasında kimler yok ki? Armand Van Helden, Mylo, Sandy Rivera, Rollo ve Sister Bliss (Faithless) ve Bob Sinclar’in de aralarında bulunduğu, elektronik müzik dünyasının en başarılı prodüktörleri bu albümde bir araya gelmiş.

Moby, bu albümün bir pazar sabahı yatağınıza uzanıp Jean Baudrillard okurken uygun olmayabileceğini, ama cumartesi gecesi partilerine çok uygun düşeceğini söylüyor. Benim gibi remikslere meraklıysanız mutlaka dinlemenizi öneriyorum; cumartesi gecesi parti yoksa bile evde tek başına dinlemek de harika oluyor. Özellikle “Natural Blues”un Katcha Remix’i ya da “Porcelain”in Murk Remix’i çalarken kim umursar partiyi? Evde yalnızsanız da, odanız olur kocaman bir dans kulübü, eşyalar dönüşür dans eden insanlara!

AIR-POCKET SYMPHONY

Fransız elektro-pop grubu Air’in yeni albümü “Pocket Symphony”, 15 Şubat’ta tüm dünyada ilk kez internet üzerinde yayımlandı. Ben de dinlemek için şifre alanlar arasındaydım. Böyle merakla beklememin nedeni, grubun 2004 tarihli albümü “Talkie Walkie”yi çok beğenmiş olmamdı. Bir grubun büyük beğeniyle karşılanan bir albümden sonra yaşayabileceği sıkıntı onların da başına geldi. Herkesin yeni albümden beklentisi çok yüksekti. Peki, 2004’teki çıtayı aştılar mı? Bana sorarsanız hayır. Fakat bu Pocket Symphony’nin başarısız olduğu anlamına gelmiyor. Bu defa şarkılar fazla akılda kalıcı değil belki ama minimalist ve melodik müziği ve deneysel yaklaşımıyla bu türün dinleyicisi için yine önemli bir çalışma. Dinlerken, o müziğin yalnızca “bu çok satar” mantığına odaklanarak yapılmadığını hissediyorsunuz.12 şarkının yer aldığı albümün bir özelliği de, konukları arasında Pulp’tan Jarvis Cocker’ın ve The Divine Comedy’den Neil Hannon’un bulunması.

THE ORIGINAL DIVAS ALBUM

40’lı ve 60’lı yılların caz ve blues şarkılarını seviyorsanız, bu albüm sizin için. İyi bir toplama albüm bulmak pek kolay değildir. Hemen hepsinde sevdiğiniz bir iki şarkıyı bulursunuz ama kalan şarkılar genellikle sizin favorileriniz değildir. Oysa bu albümde hiç boş yok; gerçekten de geçmiş yılların en ünlü divalarının seslendirdiği 23 klasik şarkı bir araya toplanmış. Shirley Bassey, Peggy Lee, Ella Fitzgerald, Judy Garland, Nina Simone, Edith Piaf, Julie London, Dinah Washington… Şarkılar da diva listesi kadar heyecan verici: I’ve Got You Under My Skin, Walk On By, Strangers In The Night, Exactly Like You, April In Paris, Fly Me To The Moon… Daha fazla söze gerek var mı?