Zülal Kalkandelen / Müzik Yazıları

Archive for the ‘The Flaming Lips’ Category

>Yeni Binyılın Yeni “Hippileri”

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/6 Aralık 2008

Müzik dünyası, 2008’in başından beri MGMT’yi konuşuyor. New York, Brooklyn’de yaşayan iki arkadaşın (Ben Goldwasser ve Andrew VanWyngarden), Wesleyan Üniversitesi’nde sanat okurken kurdukları grup, kuşkusuz yılın en dikkat çekici albümlerinden birine imza attı. “Oracular Spectacular” adlı bu albümü ilginç kılan birçok özellik var. Ama en önemlisi, eğlenirken üzerinde düşünebileceğiniz, dans ederken dinlenebileceğiniz bir deneyim vaat etmesi…

Amerika’da ocak ayında yayımlanan albüm, ülkemizde ancak kasım sonunda piyasaya çıktı. Yıl başından bu yana bütün Avrupa’yı etkisi altına alan MGMT’nin yaptığı müziği tanımlamak kolay değil. Mutlaka bir tanım yapmak gerekirse, indie rock, psychedelic rock ve electro pop’un karışımı diyebiliriz.

Buradan yola çıkarak, bunun yeni bir şey olmadığını savunabilir ve MGMT’nin neden müzik dergilerinin kapaklarına taşındığını sorabilirsiniz. Öncelikle, MGMT, yaşadığımız dönemin acı ama gerçek, garip ama komik yanlarını çarpıcı bir ironi ile aktarıyor.

Kendilerinden önce aynı rotayı izleyenlere göre, çok daha dinlenebilir, akılda kalıcı ve melodik bir müzik yapıyorlar. Perküsyon, bas, klavye, synthesizer ve gitar temelli, dinamik ve çok boyutlu bir müzik…

Biraz fütüristik, biraz da retro bir tavır söz konusu. Belli ki, David Bowie, T-Rex, The Flaming Lips, Fleetwood Mac, Suicide ve 70’lerin disko müziğinden ilham alıyorlar. Ama bununla birlikte, Radiohead tarzı psychedelic rock deneyimlerinin ve minimalist electronica’nın etkisi de seziliyor.

Onları yeni hippiler olarak adlandıranlar var. Basına dağıtılan fotoğraflarda hippileri andıran kıyafetler içinde ormanda gezinen ikilinin, mistik pagan havayı yansıtan şarkı sözleri bu imajı destekliyor gerçekten. Ama bir zamanlar, öğrencilerin kurduğu bağımsız bir plak şirketi ile çalışan grup (o dönemde isimleri The Management idi), artık dev Columbia Records ile anlaşmalı… Küresel kapitalizmin egemenliğindeki 2000’lerde hippilik de bu kadar oluyor herhalde…

ROL KESME DÖNEMİ

“Oracular Spectacular”, ilk single olarak çıkan “Time To Pretend” ile açılıyor. 70’lerde “uyuşturucu-mankenler-lüks arabalar” sarmalında dünyayı unutan rock yıldızlarının görkemli yaşantısına bir tür eleştiri bu şarkı. Yapay zevk alemlerinde mutluluk numarası taslayanların, sonunda kendi kusmuklarının içinde boğulduğunu hatırlatıyor. Yaşadığımız döneme de uygun aslında… Çünkü günümüzde rock tanrılarının devri bitti. Hâlâ krallığını ya da kraliçeliğini sürdürmek isteyenler olsa da, küresel ısınmayı tetiklediği için, artık dev limuzinlerle dolaşmak bile eleştiri konusu…

Hani bazı şarkılar vardır; dinlerken içinizden bisiklete atlayıp hızla sürmek gelir. “Time To Pretend”in müziği öyle enerjik ki, tam da böyle mutlu bir his yaratıyor. Oasis grubundan Noel Gallagher’a göre, yılın en iyi şarkısı… Tartışılır, ama en güzellerinden birisi olduğu kesin.

Albümün kapanışını yapan “Future Reflections”da ise, dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortama ilişkin yansımalar var. Gelecekte yeniden ilkel insan yaşantısına yapılacak dönüşten söz ediyor şarkı. Koloniler halinde deniz kenarında yaşayıp, doğanın keyfine varmaya karşı duyulan özlem, 21. yüzyıl kent insanının bir çeşit hippi fantazisi olsa gerek…

MGMT’nin tahminlerin ötesinde bir popülariteye ulaşmasında, “Electric Feel” adlı şarkının payı büyük. Damarlarından elektrik akan ve dolayısıyla karşısındaki insanı çarpan hayali bir kadın anlatılıyor şarkıda. Albümde öne çıkan varsanılardan birinin kahramanı bu kadın… Gerçekte böyle bir kadın yoksa bile, şarkının yaydığı elektrik hissiyle çarpılmak olanaklı…

DAVID BOWIE VE PINK FLOYD KARIŞIMI

Sözünü etmeden geçmeyeceğim bir diğer şarkı “Kids”. Birbirine karışan çocuk ve kuş sesleri ile başlıyor şarkı. Parkta koşuşan çocukları anımsatıyor; geçmişe dönük bir nostalji ve idealizm, üzüntü ile neşe iç içe geçiyor. FIFA 09 bilgisayar oyununun müziklerinde de yer alan bu parça, özellikle ikinci yarısındaki klavye ve güçlü bas sesleri ile unutulacak gibi değil. Yine bir bisiklet şarkısı… Bisikletiniz ya da ona uygun bir yol yoksa, kendinizi bir dans pistine de atabilirsiniz.

Albümde kullanılan bütün aletlerin kayıt sırasında canlı çalındığını belirtmek gerek. İkiliye konserlerinde de bir grup müzisyen eşlik ediyor. Bugünlerde MGMT’nin canlı performansının ne kadar etkileyici olduğu efsane gibi anlatılıyor. Beck, Radiohead gibi büyük isimlerin turnelerinde ön grup olarak MGMT’yi seçmiş olması boşuna değil tabii. Grubu bir konserde izleyen The Sunday Times yazarı Dan Cairns’in, “David Bowie ile Pink Floyd karışımı” yorumu oldukça heyecan verici. Böyle bir karışımın hayali bile müthiş!

Written by zülalk

06 Aralık 2008 at 22:55

>George W. Bush bir rock albümüne daha esin kaynağı oldu…

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/22 Temmuz 2006

ABD Başkanı George W. Bush’un esin kaynağı olduğu albümlere bir yenisi eklendi. Ünlü Amerikalı alternatif rock grubu The Flaming Lips, Bush’un izlediği savaş yanlısı ve dini kullanan politikalardan öylesine nefret ediyor ki, bunu “At War With The Mystics” adlı yeni albümüyle belgeledi.. Böylece, bugüne kadar varoluş, hayatın belirsizliği, umutsuzluk ve uzay temalı şarkılara imza atan grup, ilk kez olarak politika odaklı bir albüm yayınlamış oldu.

Müziğinde funk öğeleri taşıyan “Free Radicals” adlı şarkıda, intihar saldırılarında bombaları atanlara şöyle sesleniyor The Flaming Lips: “Çok radikal olduğunu sanıyorsun ama gerçekte bir fanatiksin” ve “Yoksul adamın Donald Trump’ına dönüşüyorsun”. “Haven’t Got A Clue” adlı şarkıda ise, “Sen her açıklama yaptığında ben yüzüne daha fazla yumruk atmak istiyorum” diyerek Beyaz Saray’ı yönetenlere kızgınlıklarını anlatıyorlar.

Şarkı sözlerini yazan vokalist Wayne Coyne böyle dese de, aslında o hiçbir şekilde fiziksel şiddetten yana değil, röportajlarında “devrimlerin insanın içinde, yani zihinsel olacağını” söylüyor. Müziğin dünyayı değiştireceğini düşünmüyor ama Bush’u ve savaşı görmezden gelmenin mümkün olmadığını da vurguluyor. Ona göre bu son albümleri çok kızgın olduğunuzda duvara attığınız bir yumruk gibi. Albümde dalga geçilen bir diğer konu da, Britney Spears gibi dünyada olup bitenleri umursamadan müzik yapanların kazandığı haksız ün ve bunların yaydıkları boş eğlence zihniyeti.

1983 yılında Oklahoma’da kurulan The Flaming Lips’in bu 11. albümünde, ilk dönemlerindeki “psychedelic” eğilim daha ağırlıklı olarak ortaya çıkıyor. Grup, 2002 tarihli albümleri “Yoshimi Battles The Pink Robots”daki dijital seslerden önemli ölçüde uzaklaşmış. Pink Floyd hayranı olan üçlü, bunu özellikle “Pompeii Am Gotterdammerung”, “The Wizard Turns On”, “The Sound Of Failure” ve “My Cosmic Autumn Rebellion” adlı şarkılarda hissettiriyor. Aslında albümdeki şarkılar zaman zaman farklı müzisyenleri çağrıştırıyor; aklınıza bazen Prince, bazen Black Sabbath, bazen de Marvin Gaye geliyor.

Özel bir dinleyici kitlesine sahip olan The Flaming Lips, şarkılarına koydukları uzun ve garip adlarla da tanınır. Amerika’dan daha çok Avrupa’da ilgi gören grubun kuruluşu da oldukça ilginç. Vokalist Wayne Coyne, ilk olarak bir kiliseden çaldığı müzik aletleriyle işe başlamış. 1993 yılında vazelinle kahvaltı eden bir kadını anlatan “She Don’t Use Jelly” adlı şarkıyla dikkat çeken grubun kariyerindeki asıl çıkış, 1999 tarihli “The Soft Bulletin” adlı albümle oldu. Elektronik aletlerin daha fazla kullanıldığı “Yoshimi Battles The Pink Robots” ise dünya çapında büyük başarı kazandı ve 2003 yılında “En İyi Rock Enstrümantal Performansı” dalında Grammy Ödülü’nü aldı.

The Flaming Lips, tartışmasız müzik dünyasının en yaratıcı ve deneysel gruplarından biri. Hiç çekinmeden, herkesi “Olur mu canım?” dedirtecek çalışmalara imza atıyorlar. Örneğin, “Zaireeka” adlı albümleri 4 CD’den oluşur. Her bir CD’de farklı bir grup elemanının çaldığı bölüm yer alır: yani gitar partisyonları bir CD’deyken davul partisyonları başka bir CD’de toplanmıştır. Müziği tam olarak dinleyebilmek için bu dört CD’yi dört ayrı CD çalarda eş zamanlı olarak çalmanız gerekir. Bu tarz çalışmalar yapmalarındaki tek neden, müziğin sınırlarını zorlayıp yeni deneyimlere yol açmak. Müziğin hemen her türüne açıklar. Flüt, zil, timpani, trompet, bilgisayar, tef, flugelhorn, kontrabas, bongo, davul, elektronik gitar, akustik gitar albümlerini kaydederken kullandıkları müzik aletlerinin başlıcaları.

Grubu tanıyanlar bilir; The Flaming Lips, müziklerindeki yaratıcılığı sahne performanslarına da aynen yansıtır. Grubun elemanları konserlere hayvan kostümleri içinde çıkar; konserin başlamasıyla sahneyi birden bire zebra, tavşan, panda, tavuk, ördek ve kaplan gibi çeşit çeşit hayvanlar kaplar. Konfetiler, kuklalar, balonlar, ışıklar, dumanlar, kanı çağrıştırmak için kullanılan kırmızı boyalar, megafonlar ve dev ekranlarda gösterdikleri şok edici savaş görüntüleriyle konserlerini tam bir gösteriye çevirirler… Ve Wayne Coyne, dev bir plastik uzay balonu içinde sahneye yuvarlanarak gelir. Asıl önemlisi, onların konserlerine giden izleyici artık aktif bir izleyicidir; sadece dinlemekle kalmaz, gördükleri karşısında şok olmuştur, yerinde duramayıp şarkılara eşlik etmekte ve aynı zamanda gördükleri hakkında düşünmektedir. Louis Armstrong’un “What A Wonderful World” adlı şarkısını söyleyerek sahneyi terk eden grup, sanki büyük ve görkemli bir parti vermiş gibidir. Grubu Amerikalı müzisyen Beck’e eşlik ettikleri turne sırasında izledim ve konser salonunda gördüklerimi, sözcüklerle ancak bu kadar anlatabiliyorum.

Kurulduğu günden bu yana inişli çıkışlı çok yol kat eden The Flaming Lips, kanımca bu son çalışmasıyla kariyerinin en başarılı albümlerinden birine imza attı. Wayne Coyne, Roll dergisinde yayınlanan bir röportajında, “en etkili ve güçlü olan, sanat yoluyla düşünce biçimini değiştirmek” diyordu. Bu yolda atılan önemli bir adımdır “At War With The Mystics”.

Written by zülalk

22 Temmuz 2006 at 22:18