Zülal Kalkandelen / Müzik Yazıları

Archive for the ‘The Knife’ Category

Vitrindeki Albümler 66:

leave a comment »

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Mayıs 2011

LYKKE LI- Wounded Rhymes (Atlantic)

İskandinavya’dan gerçekten çok iyi müzisyenler çıkıyor. Bunlardan birisi de, 25 yaşında İsveçli kadın şarkıcı/şarkı yazarı Lykke Li. Yaptığı müziği soul ve elektronik müzik etkileşimli indie pop diye tanımlamak mümkün.

İlk albümü “Youth Novels”ı 2008’de yayımladı. Oldukça da iyi bir çıkış albümüydü ama uluslararası alanda fazla öne çıkmadı.

Daha sonra onun sesini, Röyksopp grubunun 2009 tarihli “Junior” albümüne konuk vokal olarak katkıda bulunduğu şarkılarda duyduk. “Miss It So Much” ve albümün sadece Japon baskısında bulunan “Were You Ever Wanted”ı yorumlamıştı. Doğrusu Lykke Li’nin sesinin geri plana düştüğü parçalardı bunlar.

Genç müzisyen, aynı yıl uluslararası alanda “The Twilight Saga: New Moon” filminin müzikleri arasında yer alan “Possibility” parçası ile dikkat çekti.

Bu yıl yayımladığı ikinci albümü “Wounded Rhymes” ise, Lykke’yi müzik dergilerinin kapağına taşıdı.

Yapımcılığını Peter, Björn and John grubundan Björn Yttling’in üstlendiği albüm, “Youth Novels”daki caz ve ağırlıklı olarak minimalist tarza eğilimli soundu geride bırakıp, perküsyon ve klavyeyi öne çıkararak daha enerjik bir hava yakalamış. Fakat bu enerjinin aynı zamanda karanlık dehlizlerden geçtiğini de belirtmek lazım.

Albümde tempolu dinamik şarkıların yanı sıra baladlar da yer alıyor. Karşılıksız aşk ve kayıplar üzerine kurulmuş şarkı sözleri de o karanlığın bir diğer belirtisi. Ancak Lykke’nin sesi, ne kadar hüzünlü söz söylerse söylesin bunu insanda depresif bir etki yaratmadan başarma özelliğine sahip.

Özellikle baladlarda Dusty Springfield’i anımsamamak elde değil; ama aynı zamanda The Knife’dan Karin Dreijer Andersson’u andıran bir doğrudanlık var sesinde. Ancak Lykke’nin müziğinin The Knife gibi endüstriyel bir soundunun olmadığı kesin. Bunun önemli nedenlerinden birisi, 50’lerin shoo-wop geri vokallerinin ve soul müziğin albüme yaptığı etki.

Şarkı sözlerinde en dikkatimi çeken nokta, Lykke Li’nin akıllıca kullandığı metaforlar oldu. Bol bol basit ama çarpıcı çağrışımlardan esinlenmiş. Örneğin “I Follow Rivers”da “Be the water/ Where I’m wading in” diye çağrı yapıyor kalbindeki sevgiliye…

Sözler konusunda tek eleştirim, albümün en sevilen parçalarından “Sadness Is a Blessing” ile ilgili. “Sadness is a pearl/ Sadness my boyfriend/ Oh, sadness I’m your girl” şeklindeki nakarat, fazlasıyla ucuz bir melankoli içeriyor…

Benim favori parçam, “I Know Places” adlı akustik balad. Lykke Li’nin sadece gitar ve geri vokal eşliğinde yorumladığı parça, minimalizmi ve melodisiyle son derece dokunaklı.

Şarkının son iki dakikasında davul ve elektro gitarın sürüklediği enstrümantal bölüm ise, albümün en güzel anları. Hayalle gerçek arası tanımlayamadığınız ama içinde kaybolduğunuz anlar…

Dinleyeni çarpan içtenliğiyle kuşkusuz yılın en iyi indie pop albümlerinden birisi “Wounded Rhmyes”. Elbette bu, albümü herkes sevecek demek değil; ticari kaygılardan ve ana akımdan uzak sularda yüzüyor Lykke Li…

Written by zülalk

01 Mayıs 2011 at 16:36

>Vitrindeki Albümler 37:

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 29 Eylül 2010


RÖYKSOPP-Senior (Wall of Sound)

Norveçli elektronik müzik ikilisi Röyksopp, geçen yıl çıkan “Junior” albümünden kısa bir süre sonra “Senior” adlı yeni çalışmasını yayımladı.

Grup elemanlarının tanımına göre, “Junior”ın ilkbaharı duyumsatan kıpır kıpır dinamik sounduna karşılık, “Senior”, sonbahara uygun, içe dönük ve karanlık bir sounda sahip. İki albümün yansıttığı ruh hali arasındaki farkın bir nedeni, “Senior”un tamamen enstrümantal olması.

1998’den kurulduğu günden bu yana yaptığı çalışmalarla techno-pop, electro-pop, drum and bass, house gibi elektronik müzik türlerini son derece başarıyla buluşturdu Röyksopp.

Kimi zaman biri diğerinden ağır bassa da, melankolik ama dans edilebilir parçalarıyla akıllarda yer etti. Bu dördüncü albümde de yine melankolik atmosferden vazgeçmemişler, ama bu kez melodiler ancak slow dansa uyacak kadar yavaş.

“Senior”daki bu genel özelliğin dışına çıkan, temposu daha yüksek iki istisnadan söz etmek olanaklı.

Birincisi, “Junior”daki “Tricky Tricky”nin yeni versiyonu “Tricky Two“. O albümde The Knife ve Fever Ray‘den tanıdığımız Karin Dreijer’in mükemmel yorumuyla farklılaşan bu parça, bu kez tuşlu çalgıların belirgin kullanımıyla daha yumuşak bir hava kazansa da diğerlerinden ayrılıyor.

İkincisi de, ilk single “The Drug”.

Kanımca, ilk dinlenildiğinde insanı çarpacak kadar etkili değilse de, defalarca dinlendiğinde de bıkılmayacak kadar hoş şarkılarla dolu bir albüm “Senior”. Bunların içinde yaylıların öne çıkışıyla coşkusu giderek yükselen yedi dakikalık “The Fear”ın ayrı bir yeri var elbette.

The Drug’ın videosu:

Röyksopp – The Drug from thatgo on Vimeo.

Written by zülalk

27 Eylül 2010 at 03:30

Fever Ray, Karin Dreijer Andersson, Röyksopp, The Knife kategorisinde yayınlandı

>Darwin’in evrim kuramı operada

with 2 comments

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 18 Şubat 2010

Doğa tarihçisi Charles Darwin’in “The Origin of Species” (Türlerin Kökeni) adlı eserinin 150. yıldönümüydü geçen sene. İnsanlık tarihine ışık tutan evrim teorisinin kurucusu, bu çerçevede çeşitli etkinliklerle anıldı.

Bunlar arasında dikkatimi özellikle bir performans çekti. Kopenhag’daki Royal Danish Theatre’da, konusunu evrim teorisinden alan “Tomorrow, In A Year” adlı bir elektro-opera sahneye kondu.

Danimarkalı performans grubu Hotel Pro Forma’nın sahnelediği operanın benim açımdan en ilgi çekici yanı, müzikleri ve librettoyu, İsveçli elektropop ikilisi The Knife’ın üstlenmesiydi.

İlk gösterimi Eylül 2009’da yapılan operayı sahnede izleme şansım olmadı, ancak müziklerini dinledim.

Gelecek ay albüm olarak da yayımlanacak bu çalışma, kanımca, şarkı yazımında 21. yüzyılda gelinen en yaratıcı noktadır. Evrende her şeyin nasıl birbiri ile ilişki içinde olduğu, müziğin asıl kaynağının doğadan geldiği, ancak bu kadar etkileyici bir albümle anlatılabilir!

The Knife’ı oluşturan Olof ve Karin Dreijer kardeşler, librettoyu Darwin’in metinlerinden yola çıkarak Berlinli prodüktör Mt. Sims ile yazmış. Müzikler de yine Mt. Sims ve Planningtorock ile birlikte yapılmış.

Bir operanın bir bilimsel teoriyi anlatması, ilk anda insana garip geliyor. Ancak müzikleri dinleyip. kimi zaman romantik ve nostaljik duygulara sürüklendiğinizde şaşırıyorsunuz. Bunun bir nedeni, The Knife’ın yer yer, Darwin’in özel yaşantısının izlerini de sürmesi.

Örneğin, “Annie’s Box” adlı parçanın esin kaynağı, Darwin’in 10 yaşında ölen kızı Annie’ye yazdığı mektuplar. Kemanın eşlik ettiği parçadan, doğal olarak, son derece hoş bir duygusallık yansıyor.

Toplam 92 dakikalık çalışma, temelde 3 bölüme ayrılıyor. 1. bölüm, Darwin’in Beagle adlı keşif gemisiyle dünya çevresinde 5 yıl boyunca yaptığı yolculuğu konu alıyor. Bu bölümde, doğa ile ilgili gözlemler, çok çarpıcı sesler ve melodilerle aktarılmış.

Albümün açılışını yapan “Epochs”, ne olduğu anlaşılmayan değişik seslerle başlıyor. Damlayan su taneleri, birtakım hışırtılar, gürlemeler, rüzgar…

Bütün bunlar, sonunda Kraftwerk’i andıran ritimlerle buluşuyor. Derin sessizliği bozan bu garip sesler, elbette evrenin doğuşunu betimliyor.

Olof Dreijer, bu olağanüstü sesleri elde etmek için uzun süre Amazon ormanlarında ve İzlanda’nın vahşi doğasında kayıtlar yapmış, hayvanların ve doğanın seslerini dinlemiş.

İlginç olansa, albümde onları doğrudan kullanmak yerine synthesizer ile taklit etmiş.

2. bölümde evrendeki her şeyin ufak parçalardan meydana geldiği, insanın da milyonlarca mikro organizmadan oluştuğu anlatılıyor. Albümün en güzel parçası da bu bölümde yer alıyor.

Yoğun bir şekilde perküsyonun kullanıldığı “Tumult”, ürkütücü bir sound yaratıp “Colouring of Pigeons”a enfes bir geçiş yapıyor.

Adını Darwin’in güvercinler üzerinde yaptığı çalışmalardan alan bu parça, operada sesle ilgili bütün unsurların, ilk kez bir araya geldiği mükemmel bir müzik şöleni. 11 dakika süren bu kısım, aslında evrendeki bütün varlıkların buluştuğu aşamayı simgeliyor.

3. bölüm ise, Darwin’in “Türlerin Kökeni”ni yayımlamasıyla son bulan 20 yıllık metodolojik çalışmayı aktarıyor.

Albümdeki bütün parçalardan söz etmek için yeterli yerim yok. Ancak birini anmadan geçemeyeceğim. “Variations of Birds”de bir türün nasıl öğrenip evrimleştiğini aktarmak için ilginç bir yöntem kullanılmış.

Tek bir notayla başlayan bir ses, synthesizer aracılığıyla farklı seslere dönüştürülüp, sonunda da o seslerden bir melodi oluşturulmuş.

Tomorrow, In A Year”, her şeyin bir başka şeyden dönüşerek evrildiğini ve siz isteseniz de istemeseniz de, değişimin kaçınılmaz olduğunu anlatıyor. Ve Darwin’in gözünden evreni görmek için büyüleyici bir deneyim vaat ediyor.

Albümü buradan dinleyebilirsiniz.
http://a1.soundcloud.com/player.swf?g=wi&url=http%3A//soundcloud.com/theknife/sets/tomorrow-in-a-year&player_type=artwork

Written by zülalk

18 Şubat 2010 at 19:34

>Müzikte Büyülü Gerçekçilik: Fever Ray

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 9 Mayıs 2009

Elini yarattığı ses dalgalarına uzattığında, bir ateş akımına dokunduğunu hisseden müzisyeni tanıyor musunuz? İsveçli müzisyen Karin Dreijer Andersson, yeni projesi “Fever Ray”i böyle anlatıyor.

Alternatif müzik seviyorsanız, bu ateş akımından uzak durmanız pek olanaklı değil; mutlaka sizi de hipnotize edip peşinden sürükleyecek.

Karin Dreijer Andersson ismi, aslında müzik sevdalılarına hiç yabancı değil. 1999’da kurulan elektronik müzik ikilisi The Knife’ın kurucularından biri Karin. Erkek kardeşi Olof ile birlikte The Knife adı altında yaptıkları müzik, onlara özellikle Avrupa’da önemli bir hayran kitlesi yarattı.

Kendi kişiliklerini ön plana çıkarıp “celebrity” dünyasına katılmak istemediklerinden onları ne televizyonlarda gördük ne de dergilerde. Tavırları günümüzün ün meraklısı müzisyenlerinden gerçekten farklıydı.

2003’te İsveç’in Grammy’si olarak bilinen Grammis ödülünü kazandıklarında, müzik endüstrisindeki beyaz erkek egemenliğini protesto etmek için, kendilerinin yerine ödülü almaya goril kostümü giymiş arkadaşlarını gönderdiler.

Uzun süre konser vermeyi de reddettiler. Ta ki, üçüncü albümleri “Silent Shout”, 2006’da zor beğenen, sivri dilli Pitchfork dergisi tarafından yılın en iyi albümü gösterilip büyük başarı kazanana kadar…

Hayranlarından gelen baskıya daha fazla dayanamamışlardı; ama yine de kendilerini müziğin önüne geçirmeme kararından vazgeçmediler. Bütün bir turne boyunca her konsere, maske takarak, burunlarına yapıştırılmış birer gaga ile çıktılar.

BAŞKA BİR DÜNYADAN SESLENEN ANDROİD

Bir sanatçının, dinleyicisinin (ya da izleyicisinin) algısını etkilememek için, kendi yarattığı eserin gerisinde durma çabası, saygı duyulacak bir davranış. Albümünün ya da romanının satışını artırmak adına, self-promosyonun en utanç verici örneklerini sergileyenlerin dünyasında adeta bir uzaylı tavrı bu…

Bu tavrın, Fever Ray’in müziği ile olan uyumu da dikkat çekici. Karin, tek başına yürüttüğü bu yeni proje ile aynı adı taşıyan albümde, sanki başka bir dünyadan seslenen bir android gibi…

Bazı şarkılarda tamamen doğal bıraktığı sesini, bazı şarkılarda ses manipülasyonu sağlayan yazılım programlarıyla değiştirip, farklı karakterlere bürünüyor. Örneğin, “I’m Not Done” adlı şarkıda, kendi sesinin farklı bir versiyonuyla düet yapıyor. Kimi zaman cinsiyetini algılayamıyorsunuz; kimi zaman Björk’ü andırıyor…

Müzik öylesine duygu ile ilintili bir sanat ki, anlatmak istediğinizi mükemmel bir şekilde verebilmek için, bazen doğal olmayan yöntemlerle değiştirilen ses daha gerçekçi olabiliyor,” diyor Karin.

Albüm, temelde elektronik bir altyapının üzerine kurulmasına karşın, The Knife ile yaptıkları çalışmalara göre daha organik bir havası var. Gitar, konga ve Kızılderili müziklerinden kullanılan geleneksel perküsyon enstrümanları ile kaydedilen bölümler, şarkılarda daha doğal bir ses yaratmış.

GÜNDÜZ DÜŞLERİNİN HİKAYESİ

Şarkı sözleri olabildiğince basit ve kısa; öyle büyük edebi laflar yok. Aşkı değil, rüyaları ve fantezileri anlatıyor şarkılar…

Her birinin bir hikayesi var; ama bu hikayeler, ne gerçek ne de hayal. Gündüz düşlerinden esinlense de, gerçeklerden kopmamış hiçbiri… Hangisinin gerçek, hangisi hayal olduğunu yorumlamak ise, dinleyiciye kalmış. Fever Ray’in ilginçliği, dinleyicisini bu büyülü gerçekçiliğin yorumcusu konumuna sokması…

Bu durumu, ilk single olarak yayımlanan “If I Had A Heart” ile örneklemek mümkün. Şarkı, “Hiç bitmeyecek bu/ Çünkü daha çok istiyorum/ Daha çok, daha çok ver bana…” sözleriyle başlayıp, “Kalbim olsaydı severdim seni/ Sesim olsaydı söylerdim şarkıyı,” diye devam ediyor. (Çok güçlü bir bas soundunun öne çıktığını ve rahatlıkla bir David Lynch filminin müziği olabileceğini önceden belirteyim.)

Ne dersiniz; ne anlatmaya çalışıyor bu şarkı? Açgözlülüğün yönettiği kapitalist dünyanın giderek duyarsızlaşmasını anlatmıyor mu? Bu benim yorumum; sizinki başka olabilir… Ya da Karin gibi, sonsuz okyanusların ve çayırların üzerine çöken derin bir uyku halinden söz edebilirsiniz…

Fever Ray’i dinledikçe, albümdeki şarkıları konserde canlı dinleme isteğim daha da artıyor. Gidenler anlata anlata bitiremiyor; Karin, yüzünde yine maskesiyle, adeta bir tiyatro dekoru gibi hazırlanmış bir sahnede, fantastik bir deneyim yaşatıyormuş dinleyicilere…

Written by zülalk

09 Mayıs 2009 at 21:17