Zülal Kalkandelen / Müzik Yazıları

Archive for the ‘Brian Eno’ Category

Vitrindeki Albümler 69:

leave a comment »

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 29 Mayıs 2011

MOBY-Destroyed (Little Idiot)

Moby’nin 10. stüdyo albümü, kendi çektiği fotoğraflardan oluşan bir kitapla birlikte ortak bir konsept oluşturacak şekilde yayımlandı. Uzun yıllardır çalışmalarını yakından izlediğim bir müzisyen kendisi. Punk rock’la başlayıp ambient’a uzanan, rave partilerinde DJ’lik yaptığı günlerin ardından uluslararası ün kazandığı döneme varan sıradışı bir kariyeri var Moby’nin. Kimsenin bilmediği, röportaj yapmak için plak şirketinin gazeteci bulamadığı bir müzisyenken dünyaca tanınan, gazetecilerin röportaj için sırada beklediği bir yıldız haline geldi.

Bana göre bugüne kadar yaptığı en iyi albüm, punk rock ve ambient şarkıların alışılmadık birlikteliğinden oluşan 1996 tarihli “Animal Rights” olsa da, bu albüm ona başarı getirmedi. Kariyerinde büyük çıkışı, Amerikalı folklor araştırmacısı, müzikolog Alan Lomax’ın bir araya getirdiği eski kayıtları farklı türlerle bir arada sample olarak kullandığı 1999 tarihli “Play” ile yakaladı.

O dönemde Mute Records’ın kurucusu Daniel Miller’ın kendisine yardım olsun diye albüm anlaşması yaptığını, “Play”in ilgi göreceğini hiç düşünmediklerini söylüyor Moby. Nitekim ilk yayınlandığında pek dikkat de çekmedi. Ne zaman ki akıllıca bir pazarlama stratejisiyle albümdeki her parça uluslararası bir firmanın reklamında kullanılmak üzere lisanslandı, bütün dünya “Play”i duydu. Ondan sonrası önlenemez bir yükseliş oldu. Play, 10 milyondan fazla satarak Platin statüsüne ulaştı.

Ne var ki, müziğinin reklamlarda kullanılmasına izin verdiği için çok eleştirildi. Daha önce yaptığım röportajlarda Moby’e bu konuyu sordum. “Geçmişte müziğinizin reklamlarda kullanılmasına izin verdiğiniz için epey eleştirildiniz. Belki müziği duyurmak için etkili bir yol, ama sistemi kullandığınız sürece o da sizi kullanıyor…” dediğimde şu yanıtı verdi: “Doğrusunu söylemek gerekirse, içimde yaşattığım o eski punk rockçı, büyük ticari kuruluşlara para vermektense her zaman onlardan para almanın daha akıllıca olduğunu düşündü…

Play’in başarısından sonra New York’un yeraltı kulüplerinde DJ’likten bir anda “celebrity” konumuna gelmişti Moby. Röportajlarında hep bu dönemin hedonistik tarafından söz ediyor. Sürekli dünyayı turladığı, içki ve uyuşturucuya boğulduğu o yıllarda sırasıyla “18”, “Hotel”, “Last Night”, “Wait For Me” adlı albümleri yayımladı.

“Play”in ardından gelen “18”, piyano ve yaylıların öne çıktığı ambient sounduyla en iyi satan albümlerinden birisiydi. Fazlasıyla pop’a kaçan, ticari gayenin baskın olduğu “Hotel” bu zincirin en zayıf halkası oldu.

70’lerin disko soundundan etkilenen “Last Night”, Moby’nin yeniden dans pistlerine dönüşü olarak kutlandı.

Arkasından gelen “Wait For Me”de dingin vokal kullanımıyla daha olgunlaşmış bir soundla karşılaştık. Aynı zamanda bu albüm, Moby’nin uzun zaman sonra Mute Records’dan değil, kendi plak şirketi Litte Idiot’tan albüm yayınladığı ilk çalışması oldu. Yine de bütün bu albümlerin hiçbirisi olağanüstü büyük bir başarı gösteren “Play”in gölgesinden kurtulamadı. (Burada belirtmek isterim ki, kanımca Play, 1990’lı yılların en iyi albümlerinden biriydi. Ancak şu da var ki, albümün 2000’de bir box set içinde çıkan “Play B-Sides” kayıtları beni ondan daha çok etkiledi.)

Aradan 2 yıl geçmeden bu kez yine Little Idiot etiketiyle “Destroyed” çıktı. Moby’nin albümü tanımlamak için kullandığı slogan benzeri bir ifade var: “Gece 2’den sonra boşalan şehirler için müzik” diyor. Çünkü albümdeki şarkıları turnede olduğu sırada otel odalarında yazmış. Gece yarısından sonra derin bir sessizliğe gömülen, tanımadığı bir şehirde uykusuzluğa yakalanmış bir müzisyen ne yapar? Farklı tercihler olabilir belki ama Moby oturmuş odasında şarkı bestelemiş. Little Idiot’tan çıkan bu ikinci çalışma da, “Wait For Me” çizgisinde, Moby’nin ticari kaygılardan uzaklaşıp tamamen kendi iç dünyasına döndüğü, duygusal bir deneyimi yansıtıyor.

Bir kenttten diğerine yapılan yolculuklar sırasında havaalanları ve otel odalarında geçen bu zaman diliminin getirdiği yalnızlık duygusu hakim albüme. Nitekim kapak fotoğrafı da New York La Guardia Havaalanı’nda çekilmiş. Elektronik panoda sadece “Destroyed” yazısının göründüğü beyaz koridor tam bir soyutlanma görüntüsü sunuyor. Fotoğraf kitabının da aynı şarkılardaki gibi insanlara değil mekanlara odaklanmış olması müzikle aynı ruhu yansıtıyor. Tek istisnası, konserler sırasında Moby’nin çektiği dinleyici kitlesinin fotoğrafları. Hepsi aynı yöne doğru bakan, kendinden geçmişcesine dans eden insan topluluğu, herhalde turların en güzel yanı olsa gerek.

Albümün soundu açısından şunu belirtmek gerekir. Moby, ustası olduğu bağımlılık yaratan hüzünlü ambient soundu yeniden yakalamış. Deneysel atmosferik müzikten hoşlananlar hayal kırıklığına uğramayacak. 70 ve 80’lerin elektronik müziği, ambient ve klasik müzik etkisindeki enstrümantal parçalar albümde çoğunlukta. Albümün bir önceki “Wait For Me”den farkı, oradaki akustik yapının burada daha çok elektronik lehine değişmesi. Drum machine, vocoder loop ağırlıklı olarak kullanılmış. Moby’nin diğer ambient çalışmalarında olduğu gibi yine yaylılar baskın. (Bu arada Moby, dünyanın en büyük drum machine koleksiyonuna sahip olduğu iddiasında.)

Büyük bir kısmı enstrümantal parçalardan oluşan “Destroyed”da Moby, sadece new wave esintili “Blue Moon”, Bowie-Eno etkisini yansıtan “The Day” ve enerjik sounduyla diğerlerinden ayrılan “After” adlı şarkıların vokallerinde yer alıyor. Diğer şarkılarda Emily Zuzik, Inyang Bassey, Joy Malcolm ve Anna Maria Friman vokalleri üstlenmiş.

15 parçanın yer aldığı albümde beş parça 5 dakikadan daha uzun. Elektro gitar, piyano ve synth ağırlıklı melodinin sürüklediği “Lacrimae”, 8.05’lik süresiyle en uzunu. Çok açık ki, radyolarda çalınsın ya da herkese hitap etsin, çok satsın diye artistik tercihlerinden ödün vermemiş Moby.

“Rockets”, ilk dinleyişte beni en çok çeken parçalardan birisi. Afrikalı Amerikalı Inyang Bassey’in sesinin parçaya kattığı duygu ve melodinin kırılgan melankolizmiydi herhalde bu etkilenmenin nedeni.

Bir de “Stella Maris”ten söz etmek isterim. Moby, bu parçada 12. yüzyıl kilise müziğini yorumlayan Norveç’in Grammy adayı üçlüsü “Trio Mediaeval” grubunun albümünden etkilenmiş. Yaylılar için yeni bir düzenleme yapmış ve albümde vokalde yer alan Norveçli Anna Maria Friman’la şarkıyı yeniden kaydetmiş. Ortaya çıkan yeni kayıt, Ortaçağ döneminin insanı nefessiz bırakacak güzellikteki örneklerini andırıyor. Hiç eskimeyecek, hep masum kalacak bir saflığı anlatıyor sanki…

Görüldüğü gibi “Destroyed”da birbirinden farklı sesleri ve yapıları barındıran şarkılar var. Kimisi bu durumu albümün bir bütünlükten yoksun olduğu şeklinde yorumlayabilir. Hatta ilk dinleyişte albüme ısınamayanlar olabilir.

Bense albümü dinledikten sonra kendimi şu soruyu sorar buldum: Destroyed”, Moby’nin turdaki uykusuzluk ve yalnızlaşma deneyimlerinin ürünüyse, dürüst davranıp, güzel müzik dinlemekten başka hiçbir şeyi umursamayan bir müzik sevdalısı olmanın yarattığı acımasız zevki hissettiğimi itiraf etmeli miyim? Bencilce gelebilir ama yanıtım “Evet”. “Destroyed”, uykusuzluk ve yalnızlaşmaya karşı şükran duymama neden olan albümlerden birisi…

Written by zülalk

29 Mayıs 2011 at 12:47

Brian Eno, David Bowie, Moby kategorisinde yayınlandı

>2010’un En İyi Albümleri

leave a comment »

>Her yıl aralık ayında adet olduğu üzere, ben de yine “Yılın En İyi Albümleri” listesi yaptım.
Elbette listeler kişiye göre değişir; birisinin çok sevdiği bir albümü diğeri hiç beğenmeyebilir.
Ancak ne kadar öznel olsa da, ben listeleri seviyorum. Hem geçen yılı gözden geçirmek hem de iyi albüm yapan grupları desteklemek için faydalı oluyor.

“Ne var ki liste yapmakta?” demeyin… Yıl boyunca yayımlanan yüzlerce albümü takip edip dinlemek ve sonra da hepsinin arasında bir değerlendirme yapmak oldukça fazla emek ve zaman istiyor. Ayrıca belki herkesin en çok beğendiği ilk birkaç albüm bellidir; ama 50 albümlük bir liste yapıyorsanız, bu biraz daha zor oluyor.

Ben aşağıda isimleri yer alan albümleri tekrar anlatma gereği duymadım. Onun yerine ilk 20 albümde en sevdiğim şarkılara ait videoları ekledim. (Zaten bir kısmı hakkında daha önce de yazılar yazmıştım; blogda arama yaparsanız, o yazılara ulaşabilirsiniz.)

Bu albümler, 2010 yılında benim en yakın dostlarımdı. Sevincimi, üzüntümü, endişemi, heyecanımı bu albümlerle yaşadım. Özellikle “The Durutti Column“ün “A Paean to Wilson” adlı albümü olmasaydı, 2010 benim için çok daha zor geçerdi. Yürekten bağlıyım o albüme; dilerim ki herkes bulup dinlesin.

Gelecek yılı yeni dostlarımla tanışmak için büyük bir heyecanla bekliyor, herkese bol müzikli ve konserli iyi bir yıl diliyorum!

1-The Durutti Column – A Paean to Wilson
Albümde yer alan “Chant“ın YouTube’daki videousu var ekte. (Resmi video değil ama kim koyduysa ona da teşekkürler burdan.) 10 dakika 37 saniye ayırıp bu parçayı dinlemenizi öneririm.

Bir de yine aynı albümden “How Unbelievable“ı YouTube’dan ekledim. Video tam 4′ 56” ‘ya geldiğinde Tony Wilson İngiltere’deki ekonomik durumla ilgili şunları söylüyor: “How Unbelievable… The Labour could be in power for 10 years and the wealth gap in this country gets worse…”

Tam 7’11”de ise bu kez şöyle diyor Wilson: “Socialism is not complex. It means a deep, central belief, natural in your heart that the poor should not be so poor and the rich should not be so rich. In Britain, the gap between the rich and the poor has got wider…” Tony Wilson’a saygıyla şapka çıkarıyorum!

31-Beach House – Teen Dream
32-These New Puritans – Hidden
33-Glasser – Ring
34-Eluvium – Smiles
35-Les Savy Fav – Root For Ruin
36-Future Islands – In Evening Air
37-John Grant – Queen of Denmark
38-The Octopus Project – Hexadecagon
39-Eleven Tigers – Clouds are Mountains
40-Blonde Readhead – Penny Sparkle
41-Gold Panda – Lucky Shiner
42-Shed – The Traveller
43-Liars – Sisterworld
44-Holy Fuck – Latin
45-Paul Weller – Wake Up the Nation
46-Caribou – Swim
47-Ikonika – Contact, Love, Want, Have
48-Brian McBride – The Effective Disconnect
49-Keith jarrett-Charlie Haden – Jasmine
50-Autre Ne Veut – Autre Ne Veut

_

>Vitrindeki Albümler 46:

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 28 Kasım 2010

BRYAN FERRY-Olympia (Virgin Records)

Art rock’ın efsane grubu Roxy Music’in vokalisti Bryan Ferry, uzun yıllardır sürdürdüğü solo çalışmalarına bir yenisini ekledi.

Ancak albüme katkıda bulunan isimler açıklanır açıklanmaz hemen bir tartışma başladı: Buna bir solo Ferry albümü mü demeli, yoksa Roxy Music albümü mü?

1994 tarihli “Mamouna”dan bu yana ilk kez Roxy Music’in dört üyesi bu albümde buluştu. Phil Manzanera, Andy Mackay, Brian Eno ve Bryan Ferry bir araya gelirse Roxy Music olmaz mı?

Olabilir de; ancak bunu belirlemek için o isimlerin albüme ne oranda katkı yaptığına bakılır.

Bir kere, albümde bir tek “Song to the Siren” cover’ında bu dört isim birlikte yer almış; başka hiçbir şarkıda bu birliktelik gerçekleşmemiş.

Ayrıca, Ferry dışında diğerleri bu albüme “Mamouna”daki kadar katkıda bulunmamış.

Ve en önemlisi Roxy Music albümleri, her zaman Ferry’nin solo albümlerine göre daha deneyseldir…

Sonuçta “Olympia neden Roxy Music albümü olarak çıkmadı?” sorusu bana göre mantıklı değil.

Olympia“da Ferry ile çalışanlar arasında başka ünlü isimler de var. En dikkat çekenleri, Jonny Greenwood (Radiohead), Mani (The Stone Roses), Flea (Red Hot Chili Peppers), Marcus Miller, David Gilmour, Scissor Sisters, Groove Armada, Nile Rodgers

Kapağa top model Kate Moss’u yerleştirip, bunca önemli müzisyenin desteğini alan Ferry, işi şansa bırakmamış gerçekten. Bazen 70’lerin disko esintilerini synth’lerle birleştirmiş, bazen de piyano ve gitar soloların yarattığı melankoliye sürüklenmiş.

Bryan Ferry’nin Groove Armada ile işbirliği yaptığı “Shameless“ın bu albümde daha yavaş ritimli bir versiyonu yer alıyor. Aynı parça Groove Armada’nın son albümünde farklı bir kayıtla yer almıştı. Bana sorarsanız, dans müziğiyle Ferry’nin sesinin romantik kırılganlığını birleştiren o versiyon, daha ilginç ve güzeldi.

Bir de belirtmeden duramayacağım; bırakın “Song to the Siren”i This Mortal Coil söylesin… Ferry’ninki iyi olmadığından değil; This Mortal Coil’in olağaüstü güzellikteki cover’ının üzerine daha iyisinin yapılabileceğini düşünmediğimden söylüyorum bunu…

“Olympia”dan yayımlanan ilk single “You Can Dance” oldu.Video, Ferry’nin müzikte mükemmelliğin yanı sıra görselliğe de önem veren görkemli tarzını bir kez daha gözler önüne seriyor.

“Reason or Rhyme”:
http://www.youclubvideo.com/req/swf/player.swf
Bryan Ferry – Reason Or Rhyme found on Pop

Written by zülalk

28 Kasım 2010 at 21:14

>Musicincolors için seçtiğim şarkılar ve renkler

with 2 comments

>İnternet üzerindeki yaratıcı projeler arasında beğeniyle izlediğim Musicincolors için bu haftaki playlist’i ben belirledim. Dört şarkı seçmem ve bunları renklerle ilişkilendirmem istendi.

Peki neden bu şarkıları seçtim ve neden o renklerle ilişkilendirdim? Merak edenler için açıklamak istedim.

Öncelikle seçeceğim dört şarkının da enstrümantal olmasına karar verdim. Böylece alternatifler sınırlanacağı için, seçme işlemi çok daha kolaylaşmış olacaktı. Gerçi şarkıların beğendiğim sözlerini de bildirip renk belirlemem istenmişti. Ama bu parçaların soundları o kadar güçlü ki, söze gerek yok; renkleri çok açık. Onları da ayrıca tanımlayacağım.

1-İlk seçtiğim parça David Bowie’den “Subterraneans” oldu. Çünkü ben büyük bir Bowie hayranıyım. Çok sevdiğim, benim için ayrı bir yeri olan, özel bir müzisyen. Hep söylerim; bana göre Bowie’nin olmadığı bir liste eksiktir. O nedenle şarkı seçmem istenince aklıma her zaman ilk onun şarkıları gelir. Yine öyle oldu.

Yüzlerce Bowie şarkısı arasından “Subterraneans”da karar kılmamsa, parçanın büyük oranda enstrümantal olmasından kaynaklandı. “Büyük bir oranda” diyorum; çünkü şarkının ortalarında bir yerde Bowie sadece bir kez “Share bride failing star/ Care-line Care-line Care-line Care-line driving me Shirley, Shirley, Shirley own/ Share bride failing star” şeklinde anlamı pek açık olmayan sözler söyler. Toplam 5 dakika 39 saniye süren parçanın geri kalan kısmında vokal yoktur.

Berlin üçlemesini oluşturan albümlerin ilki “Low”un kapanış parçası “Subterraneans”, kanımca, Bowie’nin değeri yeterince bilinmemiş ama en güzel çalışmalarından biridir. “Low”un genel karakterine uygun olarak, karanlık ve deneysel bir soundu vardır. Bence “dark beauty” tanımlaması bir şarkı ile anlatılacak olsa, bu şarkı kullanılabilirdi.

Parçanın 1975’te Los Angeles’ta yapılan orijinal kaydında David Bowie elektro piyano, gitar ve saksofon çalıyor. Evet, sadece Bowie’nin free-jazz saksofon solosunu duymak için bile bu şarkı dinlenmeli. Analog synthesizer ve piyanoda bir başka müzisyen kahramanım Brian Eno var. Carlos Alamar gitarda, George Murray ise basta eşlik ediyor. Böyle usta bir kadrodan böyle büyüleyici müzik çıkar işte!

2-İkinci parça, hayatımın soundtrack albümünü yapacak olsam, içinde mutlaka şarkıları yer alacak bir gruptan geldi. The Durutti Column! Ne yazık ki ülkemizde çoğu müziksever, ana akım medyanın, radyoların görmezden geldiği bu müthiş grubun varlığını bile bilmeden yaşıyor…

Madem Musicincolors aracılığıyla böyle bir fırsat çıktı, ben de bunu iyi değerlendirip sizlere grubun son albümünden “Anthony” adlı parçayı dinletmek istedim.

2007’de ölen gazeteci ve radyo programcısı Anthony (Tony) Wilson, çok önemli bir müzik adamıydı. Aslında çoğunuz onu tanıyorsunuz; “24 Hour Party People” filminde Steve Coogan’ın canlandırdığı, Factory Records’ın ve Haçienda kulübünün efsanevi kurucusuydu o. İlk plak anlaşmasını The Durutti Column’le imzalamış, Happy Mondays, Joy Division gibi unutulmaz grupları müzik dünyasına kazandırmıştı.

İlk evladım dediği The Durutti Column, bu yıl çıkan albümünü Tony Wilson için kaydetti. Vini Reilly, Wilson’ın hayatı boyunca kendisine öğütlediğini yapmış ve bu albümde hiç vokal söylemeyip sadece gitar çalmış. Ama ne çalmak!

Bu muhteşem albümden “Anthony” adlı şarkıyı dinleyin ve hiç söz olmasa da enstrümanların dilinden Vini Reilly’nin hüznünü nasıl etkileyici şekilde aktardığını duyumsayın…

3-Autechre’nın 2010 tarihli “Oversteps” adlı albümü, çıktığı andan beri her gün hayatımda. İngiliz elektronik müzik ikilisi, 21. yüzyılda müziğin geldiği noktayı daha da ileri götüren deneysel çalışmalarıyla takdiri hakediyor. Saygıyla şapka çıkarıyor, sizleri “see on see” eşliğinde hayallerinizle baş başa bırakıyorum.

4-Ve son parçamız müzik dehası Brian Eno’dan geliyor.

Bu ay Warp Records’dan çıkan “Small Craft on a Milk Sea” adlı çalışmasını bütün müzikseverlere ve tabii öncelikle elektronik müzik dinleyicilerine öneriyorum. Ne yapın edin; ısmarlayın, yurtdışından getirtin ama edinin bu albümü. Değişen ruh halleri bir albümde ancak bu kadar güzel aktarılabilir. Eno’nun Jon Hopkins ve Leo Abraham’la kaydettiği bu çalışma, hala genç kuşakların ne kadar ilerisinde olduğunun tartışmasız bir kanıtı. Düşündüm ki, Musicincolors “Dust Shuffle”sız kalmamalı!

Şarkıların renklerine gelince…

1-“Subterraneans” koyu gri olsun derim. Aralık ayında Berlin’de kaydedilen bu karanlık sound, başka bir renk olmaz. Siyah da olabilirdi ama Bowie’nin saksofonu o siyahı bir parça açıyor kanımca. Sanki az da olsa bir umut ışığı var o anlarda…

2-”Anthony” “blue hour” renginde olabilir. Fransızca deyim “l’heure bleue“dan gelir “blue hour” kavramı. Günde iki kere, sabah ve akşam saatlerinde ne tam gündüz ne de tam geceyken, alacakaranlıktaki geçiş sırasında gökyüzünde görülen o müthiş maviyi tanımlar.

Ben bu şarkıda, Tony Wilson’ın ardından gökyüzüne bakıp ona “Merhaba” diyen Vini Reilly’yi düşünüyorum hep. İçinde derin bir acı duysa da, onunla uzun yıllar paylaştığı dostluğu anımsayıp piyanonun tuşlarında kendini teselli ediyor sanki… Ya da ben öyle hayal ediyorum.

3-Melankolik hava ağır basıyor “see on see”de. Geçmişe veda etmekle geleceğe adım atmak arasındaki kararsızlığın izleri var melodide. Kırmızı ile maviyi karıştırırsanız hangi renk çıkarsa odur bu şarkının rengi… “Mor çıkar” diyorsunuz; ama burada geçiş naif bir romantizm içerdiğinden koyu değil açık tonda bir eflatun olabilir ancak.

4- “Dust Shuffle”, bütün dinamizmi ve hafif ajite edilmiş sounduyla sarıdır. Ama kanarya sarısı değil, çöl sarısıdır…

Bu parçaları dinlerken, renkler ve melodilerle süslü harika dakikalar geçirmenizi dilerim. Hayalsu’ya bu güzel siteyi kurduğu için teşekkürler!

Seçtiğim parçaları dinlemek için : http://www.musicincolors.com/

* Bu yazı, aynı zamanda Indie Istanbul adlı blogun takipçileri tarafından belirlenen En İyi 10 Türkçe Müzik Blogu arasında yer alan Musicalife için yazılmış ve ilk olarak orada yayınlanmıştır.

_

Written by zülalk

23 Kasım 2010 at 12:23

>Vitrindeki Albümler 42:

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 31 Ekim 2010

BRIAN ENO- Small Craft on a Milk Sea (Warp Records)

Brian Eno’nun, Warp Records’tan albüm çıkaracağı haberi duyulur duyulmaz müzik dünyasında büyük bir heyecan dalgasına neden olmuştu. Ambient müziğin babası, deneysel elektronik müziğin en büyük destekleyicilerinden bir plak şirketi ile anlaşırsa elbette beklentiler çok yükselir.

Ayrıca son haftalarda bu albümle ilgili beklentileri üst seviyeye çıkaracak işaretler de geldi. Albümden iki parçanın internette stream yoluyla dinlenmesine olanak tanındı. “Horse” ve “2 Forms of Anger”ı kaç defa üst üste dinlediğimi hatırlamıyorum. Bağımlılık yaratıcı bir albüm geldiğini tahmin etmiştim ve yanılmadım.

Small Craft on a Milk Sea”, ilk anda bende sanki bir ormanda tek başıma yürüyormuşum gibi bir his yarattı. Önceden tahmin edilemez gelişmeler olabileceği için bazen ürperti yaratan, bazen de doğanın verdiği rahatlık hissini sonuna kadar hissettiren bir ormandı bu.

Albümün dinleyicide bıraktığı duygu, mutlaka kişiden kişiye değişir; ama açık ki temel hedefe ulaşılmış. Çünkü Eno ve bu albümde işbirliği yaptığı müzisyenler Jon Hopkins ile Leo Abrahams’ın amacı, kişiye özel bir ana, duyguya soundtrack yapmak.

Albümdeki parçaların besteleme yoluyla değil, doğaçlama ile ortaya çıkmış olmasının nedeni de bu; bir yeri ya da bir olayı duyumsatacak sesler olarak düşünülmüş müzik. Hiçbir parçanın şarkı formunda olması planlanmamış. Sonuçta ne hissedeceğinizi söyleyen bir anlatıcı ya da yol gösterici yok.

Kendi içinde barındırdığı duygu geçişleriyle herkesin yaşaması gereken içsel bir deneyim öneriyor bu albüm…

Ambient müziğin babası, yıllar geçse de hala yaşayan en yenilikçi, en modern müzikleri yapıyor. Beş yıl arayla yayınladığı bu yeni solo albümüyle müzikteki dehasını tartışılmaz biçimde bir kez daha kanıtlayan Brian Eno’ya şapka çıkarıyorum!

“Horse” ve “2 Forms of Anger”ı aşağıdaki linklerden dinleyebilirsiniz. (Bu arada bir not; albümde en çok beğendiğim parçalardan birisi de “Dust Shuffle” oldu. Onun linki yok ama siz en iyisi bir an önce albümü alıp tümünü dinleyin.)

http://soundcloud.com/warp-records/brian-eno-horse-small-craft-on-a-milk-sea

http://soundcloud.com/warp-records/brian-eno-2-forms-of-anger-small-craft-on-a-milk-sea

Written by zülalk

31 Ekim 2010 at 21:09

Brian Eno kategorisinde yayınlandı

>U2’NUN YOLU İSTANBUL’A DÜŞTÜ

with one comment

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 5 Eylül 2010

6 Eylül, ülkemizde müzik dünyası açısından önemli bir tarih. Dünyanın en çok kazanan, en büyük rock gruplarından U2’yu ilk kez ağırlayacağız. Sonunda grubun yıllardır Türkiye’ye gelmeme nedeninin insan hakları ihlallerini boykot değil, para olduğu da bizzat Bono tarafından doğrulandı.

İnsan 360° turnesinde kullanılan sahneyi görünce, bu paranın miktarını tahmin bile edemiyor. Devasa bir pençe şeklindeki uzay istasyonunu andıran sahne tasarımı, teknolojik ve estetik açıdan gerçekten hayranlık uyandırıcı.

Bir ay önce Torino’daki konseri izledikten sonra aklıma iki soru takıldı: 1- Diyelim ki, bir başka grup aynı görkemli sahneyle turneye çıksa bu kadar ilgi görür müydü? 2-Çok basit bir sahne düzeni olsa, turne bu derece dikkat çeker miydi?

Yanıtlarım şöyle: 1-Aynı tasarımla konser verip U2 kadar ilgi görecek gruplar elbette var. Ama konseri canlı dinledikten sonra başarının sadece görsel özelliklerden kaynaklanmadığını anlayacaksınız.

2-Bu başarının ardında teknik üstünlüğün yanı sıra, U2’nun çok önemli bir özelliğinin de büyük payı var. Grubun ilk albümü “Boy”u çıkaran Island Records’ın kurucusu Chris Blackwell, bunu şöyle anlatır: U2, hep bir yerlere varmayı düşünür, varmış olduğunu değil. U2’nun en özel yanı bu.

Gerçekten de grubun kuruluş öyküsüne bakınca bu daha iyi görülüyor. Baterist Larry Mullen, Jr., daha 15’indeyken okul panosuna “Rock grubuna müzisyen aranıyor” duyurusu asmasa, The Edge, Bono ve Adam ilana başvurmasa, bugün U2 olmazdı.

Eğer hep varılacak yeni noktaları düşünmeselerdi, İrlanda’nın orta sınıf ailelerine mensup 15, 16 yaşındaki gençlerin bir heves gibi başladıkları bu macera, 34 yıl boyunca sürmezdi.

14’ünde annesini kaybeden Bono ile aynı acıyı 16’sında tadan Larry, otoriter babalarla baş etmek zorunda kalan iki gençtir. “Larry’nin hep söylediği gibi bir sirkin peşine takılıp kaçmıştık aslında” der Bono…

Ama yıllar içinde yaşamlarının bütün evrelerini birlikte yaşayan bu dört adam, hem karakter hem de müzik anlamında gelişip, dünyanın en iyi gruplarından biri olma yolunda sağlam adımlar attı…

Bugün herhangi bir rock grubundan daha fazla, toplam 22 tane Grammy kazanmış, dünya çapında 150 milyon albüm satmış, her dönem yeniliklere açık olmuş, şarkılarıyla insanların yüreğine dokunmuş efsane bir grup U2…

Aynı zamanda Afrika’ya yardım, açlığın, AİDS’in önlenmesi, 3. dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi gibi meselelerde son derece aktif rol alıyorlar. Bono’nun bu çalışmalar sırasında dünya liderleriyle fazla samimi olması, Bush’u bile sevdiğini söylemesi, aşırı egosu sinir bozmuyor değil…

Bono, artık Larry’nin mutfağında prova yapan genç Bono değil. İlk dönemlerde etkilendiği punk rock mottosu “Sisteme karşı biz” anlayışının çağdışı kaldığına inanıyor; idealizme değil pragmatizme inanıyor. Sorunları sistemin içinde bir aktör olarak çözmeye çalışıyor. Bunları eleştirebiliriz ama iş müziğe gelince mikrofon onundur.

Edge, Adam Clayton, Larry Mullen ve Bono’nun ömürlerini adadıkları bu serüvenin yolu ülkemize de düştü. Kaçırılmayacak bir konser, tarihi bir şovdur.

ALTIN ÇAĞ: 80’lerin ortasından 90’ların sonuna

U2 kariyeri boyunca 12 stüdyo, 7 konser, 5 derleme ve 1 soundtrack albümü yayınladı. 1980 tarihli ilk albüm “Boy”, Bono’nun ilk gençlik sıkıntıları ve masumiyet üzerine yoğunlaşan şarkı sözleriyle dikkat çeker. Mistik ve ruhani konuları işleyen ikinci albüm “October”da (1981) ağır bir ciddiyet ve hüzün; daha ağır rock sounduyla öne çıkan 3. albüm “War”da ise (1983), öfke belirgindir. Bono, bu 3 albümün çıktığı dönemi U2’nun mizahsız dönemi olarak değerlendiriyor.

U2, her zaman farklı soundları müziklerinin içine enjekte etme cesaretini gösteren bir grup oldu. Bu çerçevede new wave, ambient, disko ve elektronika ile flört etmekten kaçınmadılar. Ambient’ın dahi ismi Brian Eno ile yaptıkları 4. albüm “The Unforgettable Fire” da bu anlayışın eseridir.

5. stüdyo albümü “The Joshua Tree”, genel bir kabulle grubun en başarılı çalışması olarak görülür. Zamanın sınırlarını aşan müthiş şarkıların yer aldığı çok güzel bir albümdür gerçekten de. Ancak benim favorim, Daniel Lanois ve Brian Eno prodüktörlüğünde yaptıkları bir diğer albüm “Achtung Baby”.

Blues-rock ve country etkisindeki “Rattle and Hum”a gelen eleştirilerden sonra, bir dönem yönünü alternatif rock ve dans müziğine çevirmişti U2. “Zooropa” ve “Pop”u da kapsayan o dönemin en iyi albümüdür “Achtung Baby”. Bono, bu albümün ruhunu kara güzellik diye tanımlıyor.

2000’li yıllarda daha klasik bir sounda sahip üç albüm çıkardı U2: “All That You Can’t Leave Behind” (2000), “How to Distmantle An Atomic Bomb”( 2004) ve “No Line on the Horizon” (2009). Bunların içinde en iyisi sonuncusu. Şu bir gerçek ki, 80’lerin ortasından 90’ların sonuna kadar olan dönem, U2’nun müzikal açıdan altın çağıydı.

BONO: “BEYAZ ZENCİLERİZ BİZ…”
(Müzik yazarı Michka Assayas’ın “Bono’nun Odasında” adlı kitabından)

U2’nun bunca yıl nasıl ayakta kaldığını ve grup içi dinamiklerin nasıl işlediğini merak edenlere Bono şu yanıtı veriyor: Ben rezil bir gitaristim, hatta piyanoda durumum daha da rezil. Yakınımda çok yönlü bir müzisyen olarak sıra dışı yeteneğe sahip Edge olmasaydı, durumum çok ümitsizdi. Larry ile Adam olmasa, o melodilerin hiçbiri ortaya çıkamazdı.

Bono’nun annesinin ölümünden sonra babası ve ağabeyi ile sorunlu bir ilişkisi oldu. “How to Distmantle an Atomic Bomb” adlı albümde sözü geçen atom bombasını babasının metaforu olarak kullandı. “Sometimes You Can’t Make It On Your Own” (Bazen Tek Başına Beceremezsin) adlı şarkıyı da, ona hayal kurmayı yasaklayan babasına veda için yazdı.

Grup ilk kurulduğunda üyelerin hiçbiri gerçek anlamda müzik yapmayı bilmiyordu. Hatta Adam Clayton, tek nota bile basamazken profesyonel bir görüntü çizip blöf yapmış.

Bono, beyazların hakim olduğu rock’n roll dünyasına tamamen aykırı bir duruşları olduğunu, buna destek veren bir menajer ve plak şirketiyle çalıştıklarını söyleyip İrlandalıları “Beyaz zencileriz biz” diye tanımlıyor.

-Grubun içinde şu espri dönüyormuş: Edge davul çalmak ister, Bono gitar… Larry şarkı söylemek ister, Adam ise sadece bas çalmak ister!

-2002’de Time dergisi “Bono dünyayı kurtarabilir mi?” başlığıyla çıkmıştı. Bir rock yıldızı olarak Bono’nun egosunun tavan yaptığı hep yazılıp çizildi. Kendisinin bu konuda söylediği şu söz ilginç: Suya bakıp da aksini görebilmek için bir dereceye kadar narsizm gerekli.

-Grup ilk kurulduğunda yedi kişiydi. Bilinen dört üyenin yanı sıra, Edge’in kardeşi Dick Evans ve Larry Mullen’ın arkadaşları Ivan McCormick ile Peter Martin de o sırada “Feedback” adını taşıyan grubun elemanıydı.

-Edge, lisede Bono’dan bir sınıf geride ve eşi Ali’nin sınıfındaydı. Bono, o yıllarda Edge ile tanışmadan önce onları koridorlarda kollarının altında plaklarla gezerken görürmüş.

Written by zülalk

05 Eylül 2010 at 12:37

>"Bilgisayar hâlâ en yakın arkadaşım"

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 10 Temmuz 2010

Uluslararası İstanbul Caz Festivali, bu yıl “Yeni Ozanlar” serisinde yine sıra dışı bir ismi konuk ediyor. Folk ve elektronik müziği birleştiren çalışmalarıyla başarı kazanan müzisyen Imogen Heap, 10 Temmuz’da İstanbul Modern’de bir konser verecek.

33 yaşındaki İngiliz şarkıcı, aynı zamanda şarkı sözü yazarı, besteci ve multi-enstrümantalist. Geçen yıl “Ellipse” adını taşıyan son albümüyle En İyi Düzenleme Dalında (Non-Classical) Grammy kazandı.

Myspace, Facebook, Twitter ve kendi blogu üzerinden yürüttüğü yazışmalarla çok sayıda hayran sahibi olan Imogen Heap, “Ellipse”in kayıt döneminde blogunda 40 ayrı video yayınlayarak bu süreci dinleyicileriyle yakından paylaştı. Teknolojiyi çok etkin kullanıp bir internet fenomeni haline gelen sanatçıyla ilginç bir söyleşi yaptık.

Son albümünüz “Ellipse”i kaydetmeden önce stüdyonuzu yenilediğinizi duydum. Bu değişikliğin sizin için özel bir önemi var mıydı?

Daha önce Londra’da bir stüdyom vardı. Çok gürültülü bir yerde olduğundan kırsal alandaki aile evimizi stüdyoya dönüştürme kararı aldım. Çocukken o evin bodrum katında oyun oynardık. Oraya yeniden hayat vermek için teknik ekipmanımı taşıdım. Eski oyun alanım şimdi benim yeni oyun alanım oldu.

Elektronik aletlerle çalışırken, şarkıları ekipmana uyacak şekilde mi biçimlendiriyorsunuz, yoksa şarkıya uyacak doğru ekipmanı mı buluyorsunuz?

Son albümümü seyahatlerim sırasında yazdım. Hawaii, Tazmanya, Hong Kong, Japonya, Pekin, Tayland gibi yerleri dolaştım. Yanımda basit bazı aletler ve mikrofonum vardı. Şarkıların demolarını piyano üzerinde çalarak kaydettim. O nedenle şarkılar kendi yolunu biraz kendisi buldu.

Ben de bunu soracaktım. Demoları genellikle piyanoyla mı kaydediyorsunuz?

Bu defa böyle oldu. Ama geçmişte demo kayıtları elektronik aletler aracılığıyla yaptığım da oldu. Bugüne kadar yaptığım tüm kayıtları düşünecek olursak yarı yarıya diyebilirim.

Bir şarkıyı aklınızda geliştirip ona uygun sesin hangisi olduğuna karar veremediğiniz oldu mu?

Sanırım kalbimin derinliklerinde seslerin nasıl olması gerektiğine dair güçlü hislerim var. Şarkıları yaparken sesleri katmanlar halinde düşünüp ilerliyorum. Her bir katmandan sonra bir sonrasını hayal ediyorum, bunun nasıl olmasını istediğimi biliyorum. Bazen stüdyoya girdiğimde işe nerden başlayacağımı bilmediğim de oluyor. O zaman seslerin yönlendirişine bırakıyorum kendimi. Örneğin son albüm için stüdyoya girdiğimde, evdeki çeşitli sesleri, kapı sesi, rüzgar sesi vb. kaydedip sample olarak kullandım.

Ben elektronik müziğin geleceğe bakmakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu tür müziği küçümseyenlere sizin bir yanıtınız var mı?

Elektronik öğeleri kullanıyorum ama müziğim çok fazla elektronik değil. Elbette elektronik müzik yapmak için buna uygun aletler kullanmak gerekiyor. Ama çok açık ki, bu şekilde müzik yapmak için, bunu geliştirebilecek bir vizyona, donanıma sahip olmak lazım. Pek çok insan elektronik müziği soğuk bulduğunu söyler. Ben buna katılmıyorum. Günlük yaşantımıza bakın. Herkesin arabası ya da cep telefonu aracılığıyla teknolojiyle kurduğu bir ilişki var. Neden bu müzikte farklı olsun ki? Bu da teknolojinin bize sağladığı bir olanak.

Fever Ray, “Bazen yapay bir ses daha gerçek gelebilir” demişti. Katılır mısınız buna?

Fever Ray, bu dünyadaki en farklı, kendine özgü seslerden birisi. Akord ve ses efektleri yardımıyla duyabileceğiniz en karanlık, en derin insan sesini elde ediyor. Bana göre, esas olan kalbinizde yatan sese ulaşmak. Son tahlilde teknolojiyi kullanan da insan; duygusuz, soğuk bir yaratık değil. Teknoloji ile elde edilen şey de, yine insan aklının ve duygularının ürünü.

Deneysel çalışmalarla kendini zorlayıp çıtayı yükseltirken bir yandan da pop sınırları içinde kalmayı başarabilenlerdensiniz. Bu konudaki temel yaklaşımınız ne?

Bir albüme başlamadan önce herhangi bir plan yapmıyorum, nereye gitmek istediğimi belirlemiyorum. Sadece başladığım işi tamamlamayı istiyorum. Kendimi zorlamayı ya da albüm soundunun “cool” olmasını hesaplamıyorum. Tek istediğim dinleyicilerle bağ kurmak. Popun ana hedefi de budur. İnsanlara müzikle, şarkı sözleriyle duygusal olarak dokunmak, onlarla iletişim kurmak amacım. Popun saydam ve açık bir tavrı var. Ayrıca pop müzik çok yaratıcı da olabiliyor. Kendimi zorlama kısmına gelince, stüdyomda kendimle baş başa kalmam zaten yeterince zorlayıcı…

Albümlerinizi film gibi düşünsek, yönetmen, senarist, yapımcı ve başrol oyuncusu da siz olurdunuz. Mükemmeliyetçi misiniz, yoksa tamamen özgür olmak mı istiyorsunuz?

Başka müzisyenlerle işbirliği yapmayı seviyorum. Ama iş kendi albümümü hazırlamaya gelince, bunu ben yaptım diyebilmeyi istiyorum. Çünkü bu böyle devam ettikçe, kafamdakini gerçekleştirmeye daha çok yaklaşıyorum. Ben asla en mükemmelini yaptım demiyorum ama kendi adıma kendi aklımdaki özgünlüğü yakalamaya çalışıyorum.

Milyonlarca hayranınızla günümüzün internet fenomenlerinden birisiniz. Bunun sizin için anlamı ne?

Buradaki en önemli şey, insanlarla bağ kurmak. Blog yazmak, internet üzerinde dinleyicilerle konuşmak, Myspace’de şarkılarınızı paylaşmak, bunların hepsi çevrenizdekilere yakınlaşma fırsatı ve benim hayatımın çok büyük bir parçası. Yaptığım şeyi yapmaya devam etmemi sağlıyor. Bunu hem hayranlarım hem de kendim için sürdürüyorum. Ayrıca benim başka müzisyenler gibi bir yapım ekibim, tasarımcım vs. yok. Her şeyle kendim ilgileniyorum. Bu tür konuları internette insanlarla paylaşıp ortak bir yol buluyorum.

Bilgisayar hâlâ en yakın arkadaşınız mı?

Evet, hâlâ öyle.

Brian Eno, bir keresinde “Müzisyenler bilgisayarlardan daha eğlenceli. Çünkü bilgisayarlar belli bir gelişim düzeyinin altında” demişti.

Öyle mi dedi? Doğru, insanlar daha eğlenceli. Bilgisayarların aklımızdan geçeni tam olarak bilebilecek durumda olmasını isterdim. Düşünün; bir tuşa basıyorsunuz, bilgisayar istediğinizi aynen anlayıp uyguluyor. Bu bugün bir hedef aslında. Bu nedenle insanlara daha çok uyum gösterecek bilgisayarlar geliştirilmeye çalışılıyor.

İstanbul konseriniz nasıl olacak? Sahnede size bas kutusu, papağan ve bilgisayar mı eşlik edecek? Yoksa sizin deyiminizle “uzay gemisinde uçup şarkı söyleyen bir kız” mı göreceğiz?

Piyanom var, bilgisayarım ve başka aletlerim de var. Konserde önceden kaydedilmiş olan unsurları kullanarak değil, daha çok doğrudan aletleri çalarak müzik yapmayı istiyorum. İnsanlara ulaşmak için sahnede icra etmek istediğim müziği yapacağım. Albüm kayıt sürecinde çok sayıda farklı ses kullandık. Bunları sahnede canlı seslendirebilmek için kullandığım ekipman da var tabii. Bana eşlik eden bir perküsyoncu var, vokalde de yer alıyor bazen. Bas gitar ve viyola çalan arkadaşlarımız var. Gerçek insanlarla müzik aletlerini çalarak seslendirdiğimiz eski ve yeni parçalar da var, synthesizerların devreye girdiği daha elektronik parçalar da. Güzel şeyler oluyor sahnede…

Written by zülalk

10 Temmuz 2010 at 02:25

>Kasırga Geliyor!

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 1 Temmuz 2010

Bu ülkede müzik yazarları bazen öyle çalışmaları göz ardı ediyorlar ki, insan anlamakta zorluk çekiyor. Bir albüm çok başarılı da olsa, büyük bir plak şirketinden çıkmadığı ya da reklamı fazla yapılmadığı takdirde, onların ilgi alanına girmiyor.

Bunun en ilginç örneklerinden birisi, 2008’in son aylarında yaşandı. 1980’lerin ikonu Grace Jones, 20 yıl aradan sonra 60 yaşında, Brian Eno, Tony Allen, Tricky gibi isimlerin katkısıyla yeni bir albüm yapıp sahneye geri dönmüş; ancak bizim medya bu konuyu ilgiye değer bulmamıştı.

O dönemde yazdığım bir yazıda, yılın en heyecan verici olaylarından birisi diye nitelemiştim bu dönüşü. Jones’un uzun bir aradan sonra çıkardığı albüm, 2008’in en iyi albümlerini sıraladığım listede de 5 numaradaydı.

Grace Jones, geri dönüşünü müjdeleyen bu muhteşem albüme “Hurricane” adını vermişti. Gerçekten de kontralto sesiyle tam bir kasırga gibi esip gürlemiş, insanda ürkmekle hayran kalmak arasında bir etki yaratan görkemli imajıyla yeniden boy göstermişti.

Bir heykeli andıran bedeni ve etkileyici yüz hatlarıyla görsel açıdan her zaman çarpıcıydı Grace Jones. Bu özellikleri, New York’un hedonistik Studio 54 döneminde Andy Warhol’un da dikkatinden kaçmadı; Jamaikalı sanatçı, pop-art’ın yaratıcısının esin perisi oldu.

70’li yıllarda model olarak başladığı kariyerine daha sonra oyunculukla devam edip, bir dönemin sembollerinden biri haline geldi. Çok sayıda kalitesiz filmin yanı sıra, Conan ve James Bond gibi büyük bütçeli filmlerde de rol aldı. Alışılmadık tarzı ve ses rengiyle sahnelerin en parlak şovlarını sergileyerek bir fenomene dönüştü.

Ama bugün sahne kostümleriyle onu taklit etmeye çalışan Lady Gaga gibi pop yıldızlarından çok farklıydı o. Müzikteki sığlığını, giyimiyle ya da sansasyonlarla kapatmaya çalışanlardan biri değildi.

Evet, aklı ve hayalleri zorlayan androjen görüntüsü ve tavrıyla daima provokatifti. Ama o uyumsuz ve kışkırtıcı tavır, onun için bir pazarlama stratejisi değil, karakterinin en belirgin özelliğiydi.

Daha lisedeyken sosyal açıdan uyumsuz olduğu rapor edilmişti. Kilisede çalışan din görevlisi bir babanın aşırı baskısı altında yetişmiş, özgürlüğü keşfedince de kurallara meydan okumuştu.

Bu meydan okuyuş, bağımsız bir plak şirketinden çıkardığı “Hurricane”de de gösterdi kendisini. “Corporate Cannibal” adlı şarkı, Jones’un 21. yüzyılın ticari yamyamları dediği büyük plak şirketlerine başkaldırısının simgesi oldu.

1980’lerde daha çok Afrika ritimlerini, reggae, new wave, disko ve R & B ile harmanladığı şarkılarla ünlenmişti ünlü sanatçı. Reggae, funk, dans, rock ve trip-hop buluşturan “Hurricane” ise, yine ritimlere tutsak. Post-disko döneminde yaptığı en güzel çalışmalardan “Night Clubbing” (1989) ile Massive Attack’in “Protection” adlı unutulmaz albümünün bir karışımı sanki…

2008’de Grace Jones hakkında yazdığım yazıyı “O ayrıksı bir kasırga…” diye bitirmiştim. O kasırgayı 16 Temmuz’da Açık Hava Sahnesi’nde bütün kuvvetiyle hissetmek için sabırsızlanıyorum!

Written by zülalk

01 Temmuz 2010 at 20:00

>Vitrindeki Abümler 15:

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 18 Nisan 2010

ELUVIUM-Smiles (Temporary Residence Ltd.)

Ambient müziği sevenlere içtenlikle tavsiye edeceğim bir albüm “Smiles”.

Eluvium adıyla tanıdığımız Amerikalı müzisyen Matthew Cooper’ın bu yeni çalışması, son yedi yıldır oluşturduğu deneysel müzik arşivine mükemmel bir katkı niteliğinde.

Eluvium’un 2003’ten beri yayımladığı enstrümantal albümlerde, perküsyonun ve vokalin olmadığı, piyanonun ön plana çıktığı, minimalist ve sıra dışı bir yaklaşım vardır.

Ancak “Smiles”da radikal bir değişiklik söz konusu: Piyano yine başrolde olsa da, bu defa vokal ve bir ölçüde perküsyon da girmiş işin içine.

Cooper gibi deneysellikten ödün vermek istemeyen bir müzisyen için zor bir adım bu. Ancak insan, onu bariton sesiyle ilk kez şarkı söylerken duyunca, neden bugüne kadar sesini kullanmadığını da soruyor doğrusu…

Çünkü vokal kullanımı, müziğin deneyselliğinden hiçbir şey götürmediği gibi, ayrı bir derinlik katmış. Şarkı söyleme tarzı, Brian Eno’yu, özellikle “Before and After Science” albümündeki yavaş tempolu “By This River“ı ve “Spider and I“ı çok andırıyor.

Eluvium bu albümle, Brian Eno’nun yarattığı ambient tarzına en çok yakınlaşan müzisyenler arasında ilk sırada yerini alacak gibi gözüküyor. Böyle bir değerlendirmenin, elektronik müzik camiasında en büyük iltifat olarak algılanacağını bilerek yazıyorum bunu.

Radyo NPR, atmosferik karakteriyle dinleyeni adeta hipnotize eden “Smiles”ı “yatağa uzanıp rüyaya dalmak gibi” diye tarif etmiş. Gerçekten de o kadar rahatlatıcı, o kadar sıcak…

Albümde yer alan “The Motion Makes Me Last” adlı şarkının videosunu aşağıda izleyebilirsiniz.
http://vimeo.com/moogaloop.swf?clip_id=9359013&server=vimeo.com&show_title=1&show_byline=1&show_portrait=0&color=&fullscreen=1&group_id=

Eluvium: the Motion Makes Me Last from matt mccormick on Vimeo.

Leaves Eclipse The Light” adlı parçayı indirmek için buraya tıklayın.

Written by zülalk

18 Nisan 2010 at 15:26

Brian Eno, Eluvium, Matthew Cooper kategorisinde yayınlandı

>Elektronik Müzikten Seçmeler

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/28 Kasım 2009

Bugün elektronik müzik dünyasına dalacağım.

Kim ne derse desin, bu türde birbirinden ilginç çalışmalar yapılıyor. Nedense Türkiye’de elektronik müziğe karşı küçümseyici bir yaklaşım söz konusudur. Rock müziğe olan sevgisini elektronik müziğe duyduğu nefretle açıklamayı tercih eden çok insan tanıyorum…

Oysa bana göre, iyi müzik akustik de olabilir elektronik de… Yapılış yöntemine değil, kulaklarınızın duyduğuna ve ruhunuzun hissettiğinize odaklanırsanız, hangi türde olursa olsun iyi müzik dinlemenin önünde bir engel yoktur…

MODERAT-MODERAT

2009’un en iyi elektronik müzik albümlerinden birini Moderat yaptı. Berlinli ikili Modeselektor ile Apparat diye bilinen Sascha Ring’in birleşmesinden oluşan bu üçlü, aslında 7 yıl kadar önce bir albüm denemesinde bulunmuş ama ortaya çıkan sonuç pek tatmin edici olmamıştı.

Çünkü Modeselektor’un müziğinde, IDM, hip-hop ve yoğun bas kullanımı dikkat çekiyor. Apparat ise, son yıllarda daha beat ağırlıklı müziğe yönelmesine karşın, duygu yüklü elektro pop ve ambient tarzının ustası.

Moderat üçlüsü bir şekilde bu yıl tekrar bir araya geldi ve yeni bir albüm ortaya çıktı. Bana göre, albümdeki “Rusty Nails”, yılın en iyi elektronik müzik parçası. Apparat’ın “Walls” adlı albümündeki şarkılara benziyor; ama bu şarkının farklılığı, Sascha Ring’in Thom Yorke’vari vokalini dubstep ritimleriyle mükemmel bir uyumla buluşturması.

TWINKRANES-SPEKTRUMTHEATRESNAKES

Dublin’de yaşayan üç müzisyenin kurduğu Twinkranes, son dönemde beni en çok heyecanlandıran gruplardan birisi. Dans müziğini enstrümanlarla canlı çalıp, işin içine dinamik rock soundunu da katan gruplardan hoşlanıyorsanız, Twinkranes’in bu garip isimli albümünü mutlaka dinleyin.

Grup elemanları, yaptıkları müzik üzerinde etkili olan isimleri Happy Mondays, Roxy Music, Brian Eno ve Cluster olarak sıralıyor. Bu bile onlara kayıtsız kalmamak için başlı başına bir neden…

Krautrock, psychedelic rock ve etkili bir synth kullanımını birleştirerek, Holy Fuck‘ı anımsatan müthiş bir sound yaratmış Twinkranes. Myspace’e girip şarkılarını dinleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.

DEADMAU5-FOR LACK OF A BETTER NAME

Son dönemde elektronik müziğin en parlak isimlerinden birisi Deadmau5. Asıl adı Joel Zimmerman olan bu Kanadalı genç DJ/prodüktör, yeni albümü “For Lack of a Better Name“i kısa bir süre önce yayınladı.

Armin Van Buuren, Tiesto, Pete Tong gibi önemli DJ ve prodüktörlerin beğeniyle söz ettiği Deadmau5, bu yıl da, İngiliz müzik dergisi DJ’in okuyucuları tarafından “En İyi 100 DJ” anketinde 6. seçildi.

Deadmau5’un çok iyi bir albüm yapacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktu. Ama bu ikinci albüm beklentilerin de üzerine çıktı.

“For Lack of a Better Name”, özellikle gotik elektro, drum & bass ve minimal trance türüne getirdiği yaratıcılıkla dikkat çekiyor. Uzun zamandır bu türde dinlediğim en iyi çalışma olduğunu söyleyebilirim. Fikir edinmek isterseniz, http://www.myspace.com/Deadmau5 adresine girip şarkılardan bazılarını dinleyebilirsiniz. Benim favorim “The 16th Hour”.

KRAFTWERK-THE MIX

Elektronik müziğin en büyük, en saygın gruplarından Kraftwerk’ün “The Mix” adlı albümü yeniden düzenlenmiş haliyle yayımladı.

Orijinali 1991’de çıkan The Mix, elektronik müzik dinleyicileri için paha biçilmez bir albümdü. Çünkü içinde Kraftwerk’ün o güne kadar yaptığı albümlerinde (74 tarihli Auobahn ile 86 tarihli Electric Cafe arasındaki dönem) yer alan en sevilen şarkıları vardı. Bu parçalar, grup, stüdyosunda analog teknolojiden dijitale geçtiği sırada yeniden kayıt edilmişti.

The Mix 2009’un farkı ise, orijinal albümdeki şarkıların 2000’lerin teknolojisiyle dijital olarak yeniden düzenlenmiş versiyonlarını içermesi. Kanımca, albüm Kraftwerk tarafından yeniden remikslenip yayımlansaydı çok daha ilginç olabilirdi…

Yine de bu yeni versiyon, orijinaline sahip olmayanlar için çok iyi bir fırsat. Dinledikçe hayranlığı daha da artıyor insanın; 1970’lerde zamanın çok ötesine geçen böyle bir müziği nasıl yapabilmiş Kraftwerk?

Written by zülalk

29 Kasım 2009 at 18:03