Zülal Kalkandelen / Müzik Yazıları

Archive for the ‘Manic Street Preachers’ Category

>Vitrindeki Albümler 43:

leave a comment »

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet/ 7 Kasım 2010

MANIC STREET PREACHERS-Postcards from a Young Man (Sony Music)

Alternatif rock yapıp ticari kaygıyı hep ön planda tutan, büyük kitlelere seslenmeyi her zaman temel amaçlarından birisi olarak gören bir grup Manic Street Preachers (MSP). İlk anda karşıt gözüken bu özellikleri çok da iyi kaynaştırıyor.

Grubun basçısı Nicky Wire, Aerosmith’in “Pump”ına benzettiği bu yeni albümün “geniş kitleleri hedefleyen son büyük atışları” olduğunu söylüyor.

Nasıl hedefe ulaşacak bu atış? Onun da sırrını şöyle açıklıyor: “Politika ile pop’u buluşturma cesareti gösteren son büyük İngiliz grup biziz.

İddialı ama doğru bir yorum bu. Alternatif sahada kalıp politik şarkılar yapan gruplar çok. Ender olansa, bunu pop sınırlarında gerçekleştirmek.

Elbette MSP’ın diğer albümleriyle kıyaslanınca, bu belki de en az politik olanı. Ancak gospel korosu, klavyesi, hareketli gitar riffleriyle, stadyumları çoşturmaya yönelik keyifli bir power pop albümü olsa da, savaştan, yeni sol’un yarattığı hayal kırıklığından, tüketim toplumunun yıkıcılığına değinmekten de geri kalmıyor.

Grup, 2009 tarihli “Journal for Plague Lovers”da, 1995’te gizemli bir şekilde ortadan kaybolan basçıları Richey Edwards’ın yazdığı şarkı sözlerini kullanıp, soundu art-punk’a kayan bir albüm yapmıştı.

Bu albümde ise, geçmişin izlerini arkada bırakıp neşeli bir havaya bürünmüşler. Echo and the Bunnymen’in vokalisti Ian McCulloch, Guns N’ Roses’ın eski basçısı Duff McKagan ve John Cale de konuk müzisyen olarak katkıda bulunmuş.

McCulloch’lu “Some Kind of Nothingness”, albümün en güzel parçası. Grup, bu şarkıyı bir süre önce Ian McCulloch’la birlikte Jools Holland‘ın programında canlı seslendirdi. Aşağıdaki videodan bu performansı izleyebilirsiniz.

Albümden yayımlanan ilk single “It’s Not War (Just the End of Love)” için çekilen video da aşağıda:

Manic Street Preachers-(It’s Not War) Just the End of Love from Radioalterno on Vimeo.

Written by zülalk

07 Kasım 2010 at 18:58

>Alternatif Rock’ın En İyileri

with one comment

>© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/ 11 Nisan 2009

Bloc Party mi daha iyi Glasvegas mı? İkisi de dünyanın en başarılı alternatif rock grupları listesinin en üst sıralarında…

Böyle bir soruya verilecek yanıt, kişiye göre değişebilir. Benimki de birkaç hafta öncesine kadar çok kesin olmayabilirdi; ama artık yanıtım net bir şekilde “Bloc Party”… Çünkü geçtiğimiz günlerde, iki grubu da New York konserlerinde dinledim.

Bugünlerde İskoçyalı grup Glasvegas için “İngiltere’nin en iyi grubu” tanımlaması yapanlar bir hayli fazla… Dile kolay; müzik dergisi NME bile kapaktan ilan etti bu durumu…

Grubun adı, müzik dünyasında 2007’de parladı. “Dady’s Gone” adlı ikinci single’ın yayımlanışıyla bütün dikkatleri çektiler. Grupla aynı adı taşıyan ilk albümleri “Glasvegas”, bütün dünyada müzik eleştirmenleri tarafından, 2008’in en iyileri arasında sayıldı.

Kullandıkları gitar riffleri nedeniyle, İskoçya’nın ünlü alternatif rock grubu The Jesus and Mary Chain’e benzetiliyorlar. Ama bana göre, vokalistleri James Allan’ın şiirsel şarkı sözleri ve duygusal söyleyiş tarzı, işin içine önemli ölçüde romantizm katıyor.

Post punk ile 1950’lerin ve 60’ların pop soundunu çok güzel bir şekilde birleştiriyorlar. Bu nedenle de, dinleyicileri arasında farklı kuşaklardan insanlar var. Brooklyn’deki konsere, anne ve babaları ile gelen gençler de oldukça fazlaydı.

Grubun dört üyesi de, sahneye her zamanki gibi baştan aşağı siyah kıyafetler içinde çıktı. Ama onların bu siyah tutkusunun ardında, Johnny Cash’inki gibi bir felsefi/politik duruş yatmıyor. Sürekli turnede olduklarından, yılın sadece 15 gününü evde geçirebildiklerini ve bu durumda siyah giymenin fonksiyonel olduğunu söylüyorlar.

Perküsyonist Caroline McKay, sıra dışı bir şekilde ayakta durarak çalıyor önündeki aletleri. James Allan, baskın İskoç aksanı ile şarkı söylerken öylesine ciddi ki, şarkı aralarında hiç konuşmuyor.

Böyle bir tavırdan sonra, konserden sonra hemen çekip gideceklerini sanarken, beklenmedik bir şey yapıyor; ön sıradan kendisine uzanan ellere karşılık veriyor. Erkeklerin ellerini tek tek sıkıyor, kadınlarınkini büyük bir nezaketle öpüyor…

İkinci kez sahneye çağrılıyorlar. Büyük bir uyum içinde çaldıklarına ve çok profesyonel olduklarına hiç kuşku yok. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki; konser bittiğinde insanın aklında kalan tek şarkı “Dady’s Gone” oluyor. Diğerlerinin hepsi, sanki aynı şarkıymış gibi geliyor…

BLOC PARTY’NİN ENERJİSİ MÜTHİŞ

İngiliz grup Bloc Party, 2005’te yayımladığı ilk albümü “Silent Years”dan bu yana, müzik dergilerinin kapaklarını süslüyor. Yakaladıkları başarıyı, iki yıl aradan sonra çıkardıkları “A Weekend In The City” ile daha da üst noktalara taşıdılar. 2007’de bütün büyük müzik festivallerinin konuğu oldular.

Artık dünya çapında ünlenmiş, özellikle The Cure ve Manic Street Preachers’ı andıran tarzlarıyla büyük bir hayran kitlesi kazanmışlardı. 2008 yazında çıkan üçüncü albümleri “Intimacy” için daha deneysel bir yol izlediler. Alternatif rock ile elektronik müziğin bütünleştirildiği, vokal manipülasyonlarıyla öne çıkan yeni bir sound yarattılar.

Grubun daha geleneksel şarkı yazma tekniklerini kullandığı ilk ilki albümünü sevenler, biraz garipsedi bu durumu. Oysa yeni ses arayışları heyecan vericiydi.

New York Terminal 5’daki konserde, daha çok son albümden olmak üzere, sevilen bütün şarkılarını çaldılar. Dört müzisyenden oluşan grubun her bir üyesi ayrı bir yetenek. Malezyalı-İngiliz melezi Matt Tong, bugün rock müziğin en dikkat çekici bateristlerinden birisi. Grubun diğer üyeleri gibi o da yalnızca tek bir alet çalmakla kalmıyor; aynı zamanda geri vokallere katkıda bulunuyor.

Gitarda harikalar yaratan Russell ve Gordon bir yandan synthesizer çalarken; Nijerya asıllı vokalist Kele Okereke, ritim gitarıyla gruba en önemli katkıyı yapıyor. Enerjisini bütün salona yayıyor; çok hareket ediyor, seyircilerin arasına karışıyor, zaman zaman da yere yatarak söylüyor şarkıları…

Yazdığı sözlere ilham olan olayları sahnede yeniden yaşıyor gibi… Alternatif müziğin ikonlarından biri haline gelmesine neden olan da, o sözler zaten…

Röportajlarda kendisinden söz etmekten hiç hoşlanmasa da, şarkılara yüklediği anlamlarla merak uyandırmayı iyi biliyor. Sesini farklı tonlarda ustaca kullanarak, anlamları vurgulamadaki ustalığı da cabası…

Konserde hemen herkesin ezbere söylediği şarkı sözleri, Bloc Party’nin yakaladığı başarıda önemli bir anahtar. Dinleyiciler, kendileri de eşlik edince çok daha fazla zevk alıyor konserden… Ve grup, tam üç kez yeniden geliyor sahneye…

Punk rock karıştırılmış bir tür dance-rock olarak anlatmak olanaklı Bloc Party’nin müziğini. Ama sadece tek bir grubun ya da tek bir türün etkisinde değiller. Geleneksel yöntemlerin dışına çıkarak, kendi şarkı yazma tekniklerini kendileri geliştiriyorlar.

Sahnedeki profesyonellik, farklı enstrümantasyon, ilginç şarkı sözleri ve Kele Okereke bir araya gelince, Bloc Party çıkıyor ortaya. Fark ettiğiniz gibi, bu grubun “olmazsa olmaz”ı Kele Okereke…

Written by zülalk

11 Nisan 2009 at 21:34